Thursday, July 3, 2008

Darbeciler bölse bile biz birleştiririz... (Ferhat Kentel den Alıntıdır)

Anayasa Mahkemesi’nin, üniversitelerde eşitliği sağlayan ve başörtüsüne izin veren Anayasa maddesini iptal etmek üzere aldığı son karar işe yaradı. Yasemin Çongar’ın gayet yaratıcı benzetmesiyle ‘Kardinaller Konseyi’ kıvamındaki mahkemenin başvurduğu ‘hukuk’, ‘hukukun üstünlüğü’ gibi sözlerin söylemden ya da toplumdaki eşitsizliği saklayan bir örtüden başka bir şey olmadığı açığa çıktı. Etyen Mahçupyan da mahkemenin vereceği kararın ‘içerik’ (esas) itibariyle mi, yoksa ‘şeklî’ mi olacağı tartışmasının aslında anlamlı olmadığını açık bir şekilde yazdı. Çünkü mahkemenin kararı zaten ‘esas’ olarak ideolojik ve bürokratik bir vesayet rejiminde yaşıyor olduğumuza işaret ediyor. “Onun dışındaki hemen her şey, yani hukuk, demokrasi, laiklik vs. aslen şeklî nitelikte unsurlardır ve halkımızın yargı önünde eşitsiz bir konumda kalmasını garanti eden ilkesel yaklaşımlar niteliğindedir.” (“Mahkeme haklı!”, Taraf, 10.6.2008)

Yani zaten eşitlik kaygısı olmayan, hukuka saygısı olmayan bir takım kurum insanlarının aldığı karar esas olarak bir hukuk meselesi değil. Mesele ‘eşitlik ve özgürlükler’ meselesi ve bu meselenin çözümü için mahkemenin aldığı kararın ötesine, kararın ilişkilendiği darbeci zihniyete bakmak gerekiyor. Ve daha da önemlisi, bir ‘iktidar dili’ni ve sınıfsallaşmış bir zümrenin egemenliğini yansıtan bu kararın (ve onu besleyen zihniyetin) toplum üzerindeki etkilerine bakmak grekiyor.

Mahkeme kararına damgasını vuran zihniyetin uzantılarından biri olan (aslında kim kimin uzantısı çok belli değil ama neyse) Ergenekon davasından tutuklu bulunan Veli Küçük’ün Alman ırkçı subaylarıyla bağlantılı olduğu ortaya çıkmış. Küçük, faşist Gerhard Frey’in gazetesine 2003’te konuşmuş ve “Türkiye uzun yıllar darbe görmüyor. Bu bir hata ama yakında darbe olacak” demiş...

Habire Türkiye’de bazı sivil toplum kuruluşlarına, entelektüellerine “Sorosçu” , “Fethullahçı” yakıştırmaları yapıp, onları yurtdışından para alan hainler olarak suçlayan bir zihniyetin terör örgütünün, aslında kendisinin yurtdışından finansal destek alması kendi başına ilginç bir durum ama uzun süre darbe olmaması da hakikaten ‘anormal’ bir durum! Darbe denilen şeyin belli bir ritmi, periyodu olması lazım. En azından mesela 10 yılda bir olması, süreklilik arzetmesi lazım, çünkü arası uzayınca insanlar gene normal yaşamaya başlıyorlar ve ne yazık ki, ‘düşmansızlaşıyorlar’...

Çünkü darbeciler kendi çıkarlarını korumak için, ‘sahip oldukları düzenin’ bekası için düşmana ihtiyaç duyarlar. Oysa toplumsal aktörler, konuştukça, kendi başlarının çaresine bakıp, sorunlarını çözdükçe varolan düzeni fiilen sorgularlar. İşte darbeciler için bu tahammül edilemez bir durumdur. Zaten darbecilerin şahı Hitler de aynı mantığı vazetmiyor muydu? “Düşman yaratın ve düşmanı ‘tek’e indirin; insanların kafasını karıştırmayın” deyip durmuyor muydu?

Bizim memleketin darbeci zihniyeti de böyle işliyor; düşman yaratıyor, bölebildiği kadar bölüyor, ikiye, üçe, beşe, ona... Bunun için de başvurduğu en güçlü yöntem ‘korku’ atmosferi yaratmak...

“Biliyor musunuz? Bütün dünya Türklere düşmanmış, bütün dünya Türkleri önce parçalayıp, sonra küçük lokmalar halinde yutmaya niyetliymişler; Amerikalılar Türkiye’de dünya rezervlerinin yüzde 70’inin bulunduğu bor madenini ele geçirmek için bizi bölmeye çalışıyorlarmış; ABD Ortadoğu’da egemenlik kurmak için Türkiye’de ‘Ilımlı İslam’ projesini tezgahlamış; Abdullah Gül Amerikalılarla antlaşma imzalamış, ‘Sözde Kürdistan’ kurulacakmış; AB Kürtleri kullanarak, terörü besleyerek Türkiye’yi bölmeye çalışıyormuş; orman yangınlarını Yunanlılar çıkarmışlar; Ermeniler soykırımın tanınmasını sağlayıp, bizden toprak talep edeceklermiş; Yahudiler, gelecekte ‘Büyük İsrail’i kurmak için, güneydoğu bölgemizdeki tarım arazilerini satın alıyormuş; Rum Ortodoks Patrikhanesi ekümenik olma iddiasıyla İstanbul’da bağımsız bir devlet kuracakmış; misyonerler fakir insanları parayla Hıristiyan yapıyormuş; başörtülü kızlar kendilerine para verildiği için başörtüsü takıyorlarmış; yabancılar milli değerlerimizi unutturmak için bize ahlaksızlık öğretiyorlarmış; Türklüğümüzü unutturmak için Ata’mızın heykellerini kaldırmamızı istiyorlarmış; Tuzla tersanesinde işçi ölümleri aslında dünya piyasasında öncü bir yere sahip olan gemi inşa sanayimizi baltalamak için hazırlanan bir komploymuş; İstanbul Bilgi Üniversitesi’ni Soros satın almış; Taraf gazetesi aslında Fethullahçıymış...”

Komplolar, yabancılar, bölücüler, hainler, şeriatçılar... Bütün bu ‘tehlikelerin’ anlamlı olup olmaması, birbirleriyle çelişip çelişmemesi önemli değil... Ancak, Kontrgerilla, Ergenekon, Özel Harp Dairesi, Batı Çalışma Grubu, Cumhuriyet Çalışma Grubu ve daha bilumum ‘Psikolojik Harekat’ örgütlerinin faaliyetleri sonuç yaratıyor. Ve bu toplumun insanları olarak, bu yoğun bombardıman karşısında, psikolojik olarak harekatın parçası oluyoruz. Herkes yukarıda sunulan komplo tepsisinin üzerindeki acı şekerlemelerin hepsini birden alamıyor tabii ki; çünkü hepsini birden hazmetmek zor ama içlerinden bir kısmını, rengi, tadı en çok hoşumuza gideni, meşrebimize en uygun olanı alıp kendi malımız gibi kullanmaya başlıyoruz. Ancak bir kere bu tepsiden beslenmeye başladığımızda arkası geliyor; hem de hiç umulmadık yerlerde hayatımız ve varoluşumuz adeta bu ‘psikolojinin’ işaretleriyle bezenmeye başlıyor. Psikolojik harekatın komplo tasarımlarından ve düşman inşaatlarından üzerimize yapışan ruh haliyle, etrafımızı saran insanları da potansiyel düşmanlar olarak görmeye başlıyoruz.

O zaman da komploların maddi gerçekliklerini tamamlamak üzere malzeme üretmeye başlıyoruz:

“Biliyor musunuz? Boğaziçi, Bilgi ve Fatih üniversitelerine başörtülü öğrenciler giriyorlarmış; üst kat komşumuz gizli Ermeniymiş, alt kat komşumuz Sabetaycıymış; karşı komşumuz Kürt bakkaldan alışveriş yapıyormuş; iki alt komuşumuzun kızı yabancı birisiyle evlenecekmiş; sol çaprazdaki dul komşunun evine bir erkek girmiş; sağ çaprazdaki bekar öğrenciler dün gece alem yapmışlar; liseden dönem arkadaşımız türbana özgürlük bildirisine imza atmış; işyerindeki müdür yardımcısının eşi kapalıymış; sekreter Aleviymiş, gizli gizli oruç yiyormuş; şu evine bayrak asmamış, bunun evinde Atatürk resmi yokmuş...”

Toplumsal hayatımızın üzerinde sürdürülen psikolojik harekatlarla, dayatılan korkularla hayatımız ‘komplo’larla sarılıyor, farklılığı düşman haline getiren dil hayatımızı işgal etmeye başlıyor. Ancak paradoksal bir biçimde, korku inşasından en çok etkilenebilecek muhafazakar kesimlerden belki çok daha fazla, modernist eğitimden geçmiş, “okumuş yazmış” kesimler bu korku politikalarının esiri oluyorlar.

‘Korku gündemine’ uygun bir örneği -başörtüsü sorununu- düşünelim... Örneğin ‘çocuklarda başörtüsü’ meselesini ele alalım. Türkiye’de laik çevrelerde yaygın bir şekilde, ‘küçük yaşta başörtüsüne sokulmuş’ kız çocuklarının gelecek için yarattığı korkudan bahsedilir. Yani buna göre, küçük kız çocuklarının başörtü takması ‘anormaldir’ ve çözülmesi çok zor karmaşıklığa neden olabilecek niteliktedir. Ancak durum çok daha basittir. Küçük yaşta ‘başörtü takmak’, kız çocuğun yaşamış olduğu dindar ve/veya geleneksel aile ve çevrede en basit ifadesiyle ‘normal’dir. Tıpkı, küçük yaşta ‘başörtü takmama’nın (‘başı açık olma’nın), başka bir kız çocuğunun yaşamış olduğu modern-seküler-laik aile ve çevrede en basit ifadesiyle ‘normal’ olması gibi... Aradaki fark şudur: modern-seküler çevreler modernleşmenin bütün ehlileşme operasyonlarından geçmiş ve bu operasyonlar sonunda maruz kaldıkları homojenleştirici yeni ve ithal değerleri ‘normal’ olarak içselleştirmiş; dindar çevreler ise çok daha uzun bir sürecin içinden gelen ‘baş örtme’ pratiklerini ‘normal’ olarak içselleştirmişlerdir. Aslında başörtü takmak, ‘çocuk bedenini ele geçirmeye’ çalışan moderniteden eski, ancak, modernitenin ehlileştirme pratiklerine karşı yeniden rakip olan başka bir stratejinin tezahürlerinden biridir...

Yani diğer bir çok korku unsuru gibi, gerçek zannettiğimiz korkular ‘öğrendiğimiz’ korkulardır. Varolan bir düzenin -yargıç spekülasyonları, çeteler, ya da daha sıradan ideolojik aygıtlarıyla - öğrettiği ve ‘gerçek’ diye pompaladığı, bu topluma ait gerçekliklerdir.

Ve herkes komplo ve paranoya tepsisinden beslenirken, biraz durup mesafe almak gerekiyor. Mahkemeleri mahkeme kararlarıyla, psikolojik harekatçıları harekatlarıyla başbaşa bırakıp, şimdi sosyalistlerin, müslümanların, çağdaşların, Türklerin, Kürtlerin ve tüm bireylerin bakmaları gereken mevzu şu. Her darbe, her darbeci müdahale bizim hayatımızı ‘biz ve onlar’, ‘siyah ve beyaz’ diyerek ikiye bölüyor... Yarattıkları paranoya hayatımızı karartıyor, içiçeliğimizi bozuyor, parçalıyor, bölüyor ve komşumuzu bile düşmanlaştırıyor. Oysa bu bizim hayatımız değil... Parçalanan hayatlarımızı yeniden birleştirmek için öncelikle korkularımızın nasıl bu kadar yaygın olduğunu düşünmek gerekiyor. Belki o zaman, kaybetmekten çok korktuğumuz özgürlüklerimizin önünün açılabileceğini görürüz.

Zaten şimdiye kadar hep öyle olmadı mı?


Kaynak : http://www.gazetem.net/fkentelyazi.asp?yaziid=371

No comments: