Wednesday, April 30, 2008

Psikolojik harbin yarattığı psikolojik vakalar - Ferhat Kentel (gazetem.net alıntıdır.)

Psikolojik harbin yarattığı psikolojik vakalar
Ben “YouTube”ta gördüm; belki siz de bir yerlerde görmüşsünüzdür. “Üniversite mezunu” mu yoksa “üniversitede çalışan akademik kadınlar”dan mı oluştuğunu anlamadığım “Üniversiteli Kadınlar Derneği” adlı bir derneğin toplantısından enstantaneler geçiyor video klipte (http://www.youtube.com/watch?v=xCJZCR1Twao)... Görüntülerden anlaşıldığı kadarıyla 50-60 kişilik bir salonun yarısı dolu... Sahnedeki masada 4 döpiyesli kadın sırayla konuşuyorlar; ayrıca ayağa kalkıp konuşan dinleyiciler arasında “Ahlak Felsefesi” adını taşıyan profesörlük tezini üç ayrı İngilizce kitaptan tercüme yoluyla -kaynak belirtmeden!- derleyerek hazırlamış olan, geçen senenin Cumhuriyet mitingleri organizatörü Necla Arat da var...

Konuşmacıların hepsi çevrelerindeki islami tezahürlerden dert yanıyor: “Ezan.. hadi ezan (“hadi ezan neyse, kabul ettik diyelim” vurgusuyla söylüyor)... Ama bir de 11.00 civarında Kuran okunmaya başlandı... ve her gün...”

Başka bir konuşmacı parmağını sallayarak konuşuyor: “Türban için başa bağlanan, o Kuran'da adı geçmeyen baş sargısı için beyaz çarşaf giyiyor ve ortaya çıkıyorlar.. Bu ne utanmazlıktır arkadaşlar! (...) O kafalarına saten pırıl pırıl başörtüleri takıp başları dik bir şekilde yanımızdan geçişlerini hazmedemiyorum...” (Belli ki başörtüsünün pırıltısına bayılmış ama serde “laik olmak” var, hazmedemiyor!)

Başka biri anlaşılan başörtüsünün para verilerek genç kızlara taktırıldığı masallarına iyice inanmış ki, aynı taktiği, çocukları İmam-Hatip liselerinde okuyan aileleri bundan vazgeçirmek için uygulamaya niyetlenmiş: “Biz oralara gittiğimiz zaman bunlarla (başörtü işareti yapıyor) birlikte oluyoruz... Dedim ki, 'Arkadaş, çocuğunu (İmam-Hatip'ten) alalım, biz üstleniyoruz. Biz onu koyalım normal liseye. Bursunu da bağlayalım'.... Döndüremeyeceğimizi anlayınca bursu da kestik.”

Bir başkası ise “ayakların baş olması” gibi bir durumdan (Başbakanımızın kulakları çınlasın!) çok şikayetçi: “Yanımda çalışan kadının bile (seçimin) ertesi günü 'AKP'ye oy verdim abla'... 'Niye evladım AKP?'... 'Köprülerde yazıyor ya, 'şunu yaptık bunu yaptık'; istikrar var'... 'İstikrar senin neyine Vesayet? (Anlaşılan çalışan kadının adı Vesayet, ve sanki Vesayet salondaymış gibi kürsüden ona kızgınlıkla sesleniyor) İstikrar senin neyine!'”

Çağdaş kadınlarımız, “bunlar” (!) karşısında çok şikayetçi... Şikayet ne kelime! “Bunlar” dedikleri insanlar hem “başörtülü” hem “başları dik” hem de AKP'ye oy verip “istikrar”dan bahsediyorlar... Üstelik “bunların” parayla satın alınabilme ihtimali de kalmamış! Yani çağdaş kadınlar dayanılmaz bir saldırı altındalar! Altüst olmuş dünyalarında nirengi noktalarını kaybetmiş durumdalar; kültürleri ve çağdaş yaşam tarzları arkasında saklı kalmış sınıfsal egemenlikleri derin bir sarsıntı yaşıyor... Bu sarsıntı, derin psikolojik bir travma yaratıyor; kişilikleri derin bir “psikolojik vaka” olarak ortaya çıkıyor...

Nasıl bir psikolojik vakadır bu?

7 Haziran 2007'de gazetem.net'te yazdığım bir yazıda (“Dolaşıma eksik sokulan bir ihanet belgesi”) gayet “seçkin” insanların haberleştiği bir internet yazışma grubuna aktarılmış bir “gizli belge”den söz etmiştim. “Belge” adı takılan “şey”, kendini kısaca “ATAK” olarak tanıtan “Atatürkçü Kadınlar Hareketi” adlı bir yerden aktarılmıştı gruba... AKP'nin “gerçek yüzünü göstermeye” ve oy vermemeye çağıran o “şey”de Abdullah Gül ile ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın 2003’te imzaladıkları gizli bir anlaşmayı yansıtan bir “vatan hainliği belgesi” ifşa ediliyordu. O “şey” çok ilginçti; çünkü zeka seviyesi düşük bir beyinin (ya da beyinlerin) ürünü olduğu o kadar belliydi ki, adeta bir mizah klasiği kıvamına ulaşıyordu. Mesela söz konusu “ihanet belgesi”nde Gül ve Powell şöyle bir maddeyi de imzalamışlardı:

“Irakin kuzeyinde kurulmus olan ve sozumona “Kurdistan” adi verilen Kukla Devlet, resmen ilan edildikten sonra, Turkiye tarafindan da resmen taninacak.”

Mizah yapacağım diye ağzım bir kere yandığı için (sebebi aşağıda), her ihtimale karşı açık ve seçik olarak yazayım: “Belge”ye göre, “Türkiye'ye ihanet ettiği” söylenen iki Bakan ilginç bir şekilde kurulmasını istedikleri “Kürdistan”ın adını “açık seçik” kullanmak yerine, tam da “ihanet ettikleri” ülkenin dilini (“sözümona 'Kürdistan' adı verilen Kukla Devlet”) kullanıyorlardı! Yani her şeyiyle düzmece olduğu belli olan bu “belge” belli ki, “psikolojik harp” yapmak üzere bina edilmiş “yerli” bir yapılanmanın içinde üretilmişti. Ama üretenler doğru dürüst bunu bile becerememişlerdi, çünkü başkalarına atfederek yazdıkları “belge”ye bile “bölücüler gibi konuşmama” gayretlerini ifşa eden kendi kelimeleri sinmişti...

İşin bir başka komik ve de acıklı tarafı, bu “belgeyi” “seçkin” bir kişi anlaşılan çok ciddiye almış, “inanmış” ve işin saçmalığını düşünmeden yazışma grubuna aktarmıştı. Ama işin daha da komiği (ağzımın yanma sebebi), benim bu “belge”yi abartarak -yeni uçuk kaçık maddeler ekleyerek- genişleterek yazdığım “mizahi” yazı da birçok kişi tarafından ciddiye alınmış, gayet ulusalcı sitelerde “ilaveli yeni gerçek belge” olarak yer bulmuştu.

ATAK adlı şeyin bu “ilk” faaliyetinden sonra başka bir faaliyetine rastlamadım. Ama psikolojik harp, bu “belge” hikayesi öncesinde olduğu gibi, sonrasında da devam etti. “Şeriat geliyor, laiklik elden gidiyor!” tamtamlarıyla yapılan psikolojik harpte ne Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan'ın Yahudilikleri kaldı, ne “gizli kamerayla” çekilmiş ve servise sunulumuş “okulda namaz”, “hastanede başörtülü hemşireler” görüntüleri, ne de AKP'yi kapatmak için hazırlanan ve laikliği “yaşam tarzı” olarak anlatmaya çalışan siyaset bilimi ve hukuk fakiri iddianameler kaldı... “Bölünüyoruz!” tamtamları ise çok daha tehlikeli bir hal aldı... Ne Kürtlerin hırsızlıkları, çok çocuk yapmaları, şehirlerimizi istila etmeleri kaldı, ne Nevrozlarda kuşanılan kırmızı-yeşil-sarı renklerin kullanılması, ne de DTP'ye karşı açılan savaş kaldı... Bütün bunlara ilaveten, 301 gibi kabus niteliğindeki “kanun” maddeleri ve onların sokaktaki dışavurumu Ergenekoncu çeteler, birlikte toplumu terörize etmek, psikolojisini darmadağın etmek için bilfiil faaliyet gösterdiler...

Böylesine psikolojik bir harp hangi durumlarda başarıya ulaşır? Psikolojisi bozulmuş insanların çok olduğu yerde... Kendi statülerini, sosyal konumlarını kaybetme korkusu yaşayan, kendine ve sahip olduğu ortalama kültüre güven duygusunu kaybeden insanların çok olduğu yerde... Psikolojik harp, psikolojisi bozuk insanların psikolojisini daha da bozar; onların bozuk psikolojilerini -her türlü yalan ve provokasyonla- siyasal tavır almaya yöneltir. Bugün olduğu gibi, gayet apolitik insanlardan sıkı devrimciler, solcular, kemalistler bile üretilebilir. Futboldan, işten, paradan, tüketim arzularından başka bir şey düşünmeyen insanlardan vatan-millet savunucuları bile üretilebilir.

Üretilebilir ama işte bu kadar üretilebilir... O beğenmedikleri ve hiç anlamadıkları insanlar Kayseri'de, Konya'da yepyeni ve alternatif bir modernliğin temellerini atarken; Diyarbakır'dan İstanbul'a yepyeni özgürlük taleplerini dile getirirken, onlar içine düştükleri ve esir oldukları travmatik kişilikleri ile, sahip oldukları askeri, medyatik ve kanuni megafonlarla hâlâ çok önemli olduklarını -sadece- zannetmeye devam edebilirler...

Ve bu arada ayaklar baş olur ama kıyamet falan da kopmaz...

24 Nisan 2008, Perşembe

Monday, April 21, 2008

ilginc degil mi?

ilginc degil mi?

Ilginc,
insan egerki 10 milyonu sadaka verecek olsa bu miktari cok bulur ama,
10 milyon ile magazadan birsey almaya gitse alacak birsey bulamaz...
Ilginc,
insan 10 dk zikir edecek olsa bu zamani cok bulur ama,
bir film veya mac olsa bir bucuk saatlik zaman onun icin hemen geciverir...
Ilginc,
bir futbol macinin uzamasi insanin hosuna gider ama,
Cuma namazinda hutbenin birkac dk uzamasi hic de hosuna gitmez...
Ilginc,
insan duydugu dedikoduya hemen inanir ve kabullenir ama,
kesin dogru oldugunu bildigi birseyi inat ederek hemen kabullenmez...
Ilginc,
insan modayi her an takip eder ama,
Peygamberimiz (s.a.v ) sunnetini moda gibi bilmez veya bilse de uygulamaz...
Ilginc,
insan camide bir saat ibadet ederek vakit gecirecek olsa onun icin zaman gecmek bilmez ama,
televizyona bakarken zaman onun icin cabucak gecer...
Ilginc,
insan namaz kilarken, ibadet esnasinda dunyevi konulari dusunmeyi sever ama,
normalde Islamiyet'i dusunmekten kacinir...
Ilginc,
insana bir sureyi veya surenin anlamini okumak zor gelir ama,
bir romani okumak onun icin kolaydir...
Ilginc,
insan konserde ilk siralarda olmak icin caba sarfeder ama,
camide ilk siralarda olmak icin caba sarfetmez.
Aksine namazin sonunda hemen cikip gideyim diye son siralarda olmak ister...
Ilginc,
bir ayet ya da hadis ezberlemek insanin zoruna gider ama,
muzik listesi top 10'da olan sarkilarin hepsini ezbere bilir...
Ilginc,
insan ajandasinda bir dini toplanti icin zaman bulamaz ama,
dunyalik isler icin cok zaman bulur.
Ilginc,
insan Islami konulari dinlemeyi ve anlatmayi zor bulur ama,
dedikodulari dinlemeyi ve anlatmayi cok sever...
Ilginc,
insan CENNET'e gitmeyi ister ama hicbir sey yapmadan...
Ilginc,
insan hergun birilerinin olum haberini alir ama,
yine de kendisinin de birgun olecegini dusunmez...
Ilginc,
insan hergun birgun curuyecek vucudunu daha formda tutmak icin
yediklerine dikkat eder, cildine bakim yaptirir ama,
asla curumeyen ruhu ve kurtulusu icin hic dikkat etmez...
Sizce de ilginc, degil mi?

Wednesday, April 16, 2008

Mülakat İçin Gerilla Rehberi

Joel Spolsky,
23 Mart 2000, Perşembe

Bu makalenin orijinali İngilizce olarak The Guerrilla Guide to Interviewing başlığıyla yayımlanmıştır.

Serkan Utku Öztürk tarafından çevrilmiştir

Fog Creek Software için doğru kişiyi işe almak son derece önemli bir iştir. İşimizde, üç tip insan vardır. Terazinin bir ucunda, bu işi yapmak için gereken en temel yeteneklere bile sahip olmayan vasıfsız insanlar bulunur. Genellikle, özgeçmişlerini inceleyip, süratle bir kaç soru sorarak bu insanları ortaya çıkarıp, elemek kolaydır. Bir diğer uçta ise, haftasonunda zevk için Palm Pilotuna Assembler'da lisp derleyicisi yazan süper yıldızlar bulunur. Tam ortada ise, bir şeylere katkıda bulunabilme ihtimali olan, çok sayıda "belkiler" vardır. Marifet, süper yıldızlar ile belkiler arasındaki farkı ayırt etmektir, çünkü biz Fog Creek Software'e sadece süper yıldızları almaktayız. Burda, bunu yapmak için gereken bazı yöntemleri bulacaksınız. Herşeyden önce, Fog Creek'te işe alınmak için ilk önemli kriter:

Zeki ve
İş Bitirici olmak
Bu kadar. Aradığımız sadece bu. Bunu ezberle. Her gece yatağa gitmeden önce kendi kendine tekrarla. Amacımız, belirli becerilere sahip birini değil, öğrenme ve anlama yeteneği olan kişiyi işe almak. Kişiyi işe alan belirli beceriler, bir kaç senede teknolojik olarak eskimiş olabilir, her ne olursa olsun, herhangi yeni bir teknolojiyi öğrenebilen kişiyi işe almak, şu anda SQL programlamayı bilen birini işe almaktan daha iyidir.

Zeki'yi tanımlamak zordur, ama muhtemel mülakat sorularını inceledikçe bunu ortaya çıkarmanın yollarını göreceğiz. İş Bitiricilik önemlidir. Zeki fakat İş Bitirici olmayan insanlar genellikle doktoraya sahip ve büyük şirketlerde çalışan fakat tamamiyle pratikten yoksun oldukları için kimse tarafından sözleri dinlenmeyen insanlardır. Bir problemin soyut kısmı üzerinde derin derin düşünmeyi, bir şeyi zamanında teslim etmeye tercih ederler. Böyle kişiler teşhis edilebilirler çünkü birbirinden çok farklı iki kavram arasındaki teorik benzerliği ortaya çıkarmaya bayılırlar. Mesela, "Hesap çizelgeleri programlama dillerinin özel bir halidir" diyebilirler, ve sonra bunun üzerine bir hafta uğraşıp, hesap çizelgelerinin programlama dili olarak hesapsal dilbilim özellikleri hakkında heyecan veren, nefis bir makale yazabilirler. Gösterişli, ama kullanışlı değil.

İş bitirici ama Zeki olmayanlar anlaşıldığı kadarıyla yaptıkları şey hakkında düşünmediklerinden ahmakça şeyler yaparlar, ve daha sonra birileri arkada bıraktıkları karışıklığı temizlemek zorunda kalır. Bu onları şirket için bir engel yapar, çünkü herhangi bir katkıları olmadığı gibi yardımsever insanların zamanlarını emerler. Bunlar, fonksiyon yazmaktansa etraftan büyük miktarlarda kod kopyalayan insanlardır, çünkü bu işlerini halleder ama akıllıca bir yolla değil.

Mülakat için en önemli kural:

Karar Verin
Mülakatın sonunda, aday hakkında net bir karar vermeye hazır olun. Bu kararı vermek için yalnızca iki adet seçenek vardır: İşe Alın ya da İşe Almayın. Bilgisayarınızı açın ve hemen bir geribildirimde bulunun. E-postanın konu kısmında adayın adı bulunmalı. E-postanın ilk satırı da İşe Alın ya da İşe Almayın olmalı. Daha sonra, kararınızı desktekleyen yaklaşık iki paragraf yazmalısınız.

Olası başka bir cevap yoktur. Asla "Alın ama benim grubuma değil." demeyin. Bu kabadır ve bu adayın sizinle çalışacak kadar zeki olmadığı anlamına gelir, fakat belki de diğer gruptaki kaybedenler için yeteri kadar zekidir. Eğer kendinizi "Alın ama benim grubuma değil." demeye meyilli halde buluyorsanız, bunu mekanik olarak "İşe Almayın"a çevirin ve kendinizi iyi hissedin. Belirli bir işi harika yapan ama diğer gruplarda çok iyi olmayan bir adayınız varsa, bu bir İşe Almayındır. Durum çok sık ve hızlı olarak değişmekte, bu yüzden her yerde başarılı olabilecek insanlara ihtiyacımız var. Eğer bir sebepten dolayı SQL konusunda gerçekten çok çok iyi ama bunun dışındaki herhangi bir konuyu öğrenmekte yeteneksiz bir ahmak bulduysanız, İşe Almayın. Böylelerinin Fog Creek'te bir gelecekleri yok.

Asla "Belki, bilemiyorum" demeyin. Eğer bilemiyorsanız, bunun anlamı İşe Almayındır. Bu gerçekten düşündüğünüzden daha kolaydır. Bilemiyor musunuz? Sadece hayır deyin. Benzer olarak, eğer ikilemde kaldıysanız, bunun anlamı İşe Almayındır. Asla "Uygun, işe alabiliriz, sanırım, ama .... konularında bazı kaygılarım var." demeyin. Bu da İşe Almayın demektir.

Mülakat ile ilgili akılda tutulması gereken önemli şey şudur: İyi bir adayı reddetmek, kötü bir adayı kabul etmekten çok daha iyidir. Kötü aday, çok para ve emeğe malolour ve diğer insanların zamanlarını hatalarını düzeltmek için harcar. Her neyse, herhangi bir şüpheniz varsa eğer, İşe Almayın.

Mülakatı yönetirken çok kişiyi reddediyorsanız, Fog Creek işe alacak kimseyi bulamayacak diye endişelenmeyin. Bu sizin probleminiz değil. Bu işe alım ajansının sorunudur, insan kaynaklarının sorunudur, Joel'in sorunudur ama sizin sorununuz değildir. Kendinize hangisi daha kötüdür diye sormaya devam edin - kokoşlarla dolu berbat bir yazılım şirketi olmamız mı, yoksa küçük ama yüksek kalitede kalmamız mı? Elbette, iyi adayları bulup çıkarmak önemlidir ve herkes bunu misyonunun bir parçası olarak görmeli ve iş bitirici, zeki insanları işe almalıdır. Ama gerçekten biriyle mülakat yaparken, Fog Creek'in yeteri kadar yetenekli adayı varmış gibi yapın. Yetenekli aday bulmak ne kadar zor olursa olsun asla standartlarınızı düşürmeyin.

Fakat bu zor kararı nasıl vereceksiniz? Mülakat boyunca kendinize sormaya devam edin sadece: Bu kişi zeki mi? Bu kişi iş bitirici mi? Bunu bilmeniz için, doğru soruları sormak zorundasınız.

Sadece zevk için, işte size dünyanın en kötü mülakat sorusu: "Oracle 8i'de varchar ile varchar2 arasındaki fark nedir?" Bu korkunç bir sorudur. İşe yaramaz bir ıvır zıvırın belirli parçasını bilen bir insanla, Fog Creek'in işe almak istediği insan arasında akla gelen hiç bir ilişki yoktur. Farkın ne olduğuna kim aldırır ki? Yaklaşık 15 saniyede anında bulabilirsiniz!

Aslında, daha da kötü sorular vardır. Buna ileride tekrar döneceğim.

Öyleyse şimdi zevkli kısma geldik: Mülakat soruları. Mülakat sorularımın listesi, Microsoft'taki ilk işimden gelmektedir. Aslında meşhur yüzlerce Microsoft mülakat sorusu mevcuttur. Herkesin gerçekten sevdiği bir takım sorular vardır. Siz de İşe Alma/Almama'ya yardım edecek belirli bir takım sorular ve üslup geliştireceksiniz. İşte size kullanmış olduğum, başarıya ulaşmış bazı teknikler.

Mülakattan önce adayın özgeçmişinin üzerinden geçerim ve mülakat planımı bir parça kağıda not alırım. Bu sadece sormak istediğim soruların bir listesidir. İşte bir programcıyla görüşmek için plan:

Giriş
Adayın en son çalışmış olduğu proje hakkında soru
İmkansız soru
C fonksiyonu
Yazdığı kod sizi memnun etti mi?
Tasarım sorusu
Meydan Okuma
Başka sorunuz var mı?
Mülakattan önce, aday hakkında beni önyargılı düşünmeye itecek herşeyden sakınma konusunda çok çok dikkatliyimdir. Eğer bir kişinin odaya girdiği sırada, sadece MIT'den doktorası var diye zeki olduğunu düşünüyorsanız, bir saat içinde söylediği hiçbir şey baştaki önyargınızı değiştiremez. Eğer ahmak olduğunu düşünüyorsanız, hiçbir şey ilk izleniminizi yıkamaz. Mülakat çok çok narin bir teraziye benzer -- bir insanı bir saatlik bir mülakatı baz alarak yargılamak zordur ve kazananı kaybedeni olmayan bir savaşa benzer. Ama önceden aday hakkında azıcık bir bilginiz varsa, terazinin bir kefesinde büyük bir ağırlık varmış gibi olur, ve mülakat işe yaramaz. Bir keresinde, mülakattan biraz önce, personel alma memuru ofisime geldi, ve "Bu genci seveceksin." dedi. Bu beni çılgına çevirdi. Söylemem gereken, "İyi, eğer onu çok seveceğimden bu kadar eminsen, mülakatla zaman kaybetmektense neden işe almıyorsun?" olmalıydı. Ama genç ve toydum, onunla mülakatı yaptım. Zekice şeyler söylemediğinde bile, kendime "İstisnalar kaideyi bozmaz" dedim. Söylediği herşeyi pembe gözlüklerle baktım. Beş para etmez bir aday olduğu halde İşe Alın sonucuna vardım. Ne oldu biliyor musunuz? Benim dışımda onunla mülakat yapan herkes İşe Almayın dediler. Yani: Personel alma memurlarını dinlemeyin; mülakattan önce kişi hakkında etrafa sorular sormayın; ve asla, diğer mülakatçılarla aday hakkında bağımsız bir karar vermeden konuşmayın. Bu bilimsel bir yöntemdir.

Mülakatın Giriş kısmı adayı rahatlatmak içindir. Yaklaşık 30 saniyemi kişiye kim olduğumu ve mülakatın nasıl olacağını anlatmak için harcarım. Herzaman, gerçek sonuçtan çok problemi nasıl çözdüğüyle ilgilendiğimizi söyleyerek adaya güven veririm. Bu arada, mülakat yaparken, masada adayın karşısında oturmadığınıza emin olun. Bu resmi bir engel yaratarak, adayın rahatlamasını engeller. Masayı duvara karşı taşımak ya da masanın diğer ucuna gidip adayla beraber oturmak daha iyidir; bu adayın gevşemesini sağlar. Gerginlikten daha az etkilenileceği için, daha iyi bir mülakatla sonuçlanır.

Bölüm 2 adayın son çalıştığı proje ile ilgili bir sorudur. Üniversiteli gençlerle mülakatta, eğer varsa, bitirme projeleriyle ilgili ya da aldıkları dersin içinde geçen zevk alarak yaptıkları uzun bir proje hakkında soru sorun. Mesela bazen, "Son dönem aldığınız derslerden en sevdiğiniz hangisiydi? Bilgisayarla ilişkili olması şart değil." diye sorarım. Aslında, bilgisayar dışı bir ders seçtiklerinde genellikle bir hayli mutlu olurum. Bazen ders programlarına baktığınızda, alınması gereken asgari sayıdaki Bilgisayar Bilimleri dersini aldıklarını, ama tüm seçmeli derslerinin müzikle ilgili olduğunu görürsünüz. Sonra, en favori derslerinin Nesneye Dayalı Veritabanları olduğunu söylerler. Evet, doğru. Yağ çekeceklerine, müziği bilgisayardan daha fazla sevdiklerini itiraf etseler daha mutlu olurdum.

Tecrübeli adaylarla görüşürken, geçmiş işi ile ilgili konuşabilirsiniz.

Bu konuda, sadece bir şeye bakarım: tutku. Kişinin son çalıştığı bir proje bulduğunuzda, şunlar iyiye işarettir:

Bunun hakkında konuşurken çok heyecanlanırlar; daha hızlı konuşma ve canlanma eğilimindedirler. Bu bir şeye ilgi duyduklarında, ona tutkuyla bağlandıklarını gösterir. Bir şey üzerine çalışan ama bu veya şu şekilde bununla ilgilenmeyen bir çok insan vardır. Eğer nefret ediyorlarsa bile, bu iyiye bir işarettir. "Önceki işverenim için, Foo Bar Mark II kurulumu yapıyordum, ama o öylesine salaktı ki." Bunlar işe almak istediğimiz iyi adaylardır. Kötü adaylar aldırmazlar ve tüm mülakat boyunca herhangi bir heyecan göstermezler. Bir şey hakkında konuşurken, bir an için mülakatta olduklarını unutuyorlarsa, bu adayın bir şey için tutkulu olabileceğini gösteren gerçekten iyi bir işarettir. Bazen aday mülakatta bulunurken sinirleri gerilir -- bu olağandır, bu yüzden bunu görmezden gelirim. Fakat daha sonra Hesapsal Tekrenkli Sanat konusunda konuşmaya yönlendirdiğinizde, son derece heyecanlanırlar ve sinire ilişkin hiç bir belirti kalmaz. Güzel. Gerçekten umursayan tutkulu insanları severim. (Hesapsal Tekrenkli Sanatın bir örneğini görmek için monitörünüzü çıkartmayı deneyin.)
Bir şeyleri açıklama konusunda dikkatlidirler. Bir önceki projelerini anlatırken, normal insanın anlayamayacağı şekilde anlattıkları için adayları reddettim. Mühendislik büyükleri, genellikle Bates Teorisi ya da Peano Aksiyomu'nun herkes tarafından bilindiğini varsayarlar. Eğer bunu yapmaya başlarlarsa, onları bir dakika için durdurun ve "bana bir iyilik yapıp da, egzersiz olsun diye, büyük ninemin anlayabileceği bir şekilde açıklayabilir misin lütfen." deyin. Bu noktada, bir çok insan hala teknik dili kullanmaya devam eder ve anlaşılabilir olma konusunda tamamen yetersiz kalırlar. GONG!
Eğer proje bir ekip projesiyse, lider bir rol alıp almadığının belirtilerine bakın. Aday "Biz X üzerine çalışıyorduk, fakat patron Y, müşteri ise Z dedi." diyebilir. "Peki sen ne yaptın?" diye sorarım. Buna iyi bir cevap "Ekibin diğer üyelerini topladım ve bir teklif yazdım..." olabilir. Kötü bir cevap ise "Yapabileceğim hiç bir şey yoktu. Dayanılmaz bir durumdu." olabilir. Hatırlayın, Zeki ve İş Bitirici. Bir kişinin İş Bitirici olduğunu söylemenin yolu, geçmişte iş bitirme eğiliminde olup olmadığını bakmaktan geçer. Aslında, geçmişte lider bir rol alıp, iş bitirdiği bir örnek vermesini doğrudan doğruya sorabilirsiniz -- kurumsal uyuşukluğun üstesinden gelmek, mesela.
Listedeki üçüncü madde İmkansız Sorudur. Burası zevklidir. Buradaki düşünce, cevaplaması mümkün olmayan bir soru sorup, sadece onu nasıl çözmeye çalıştığını görmektir. "Seattle'da kaç tane göz uzmanı vardır?" "Washington anıtı kaç ton çeker?" "Los Angeles'ta kaç tane benzin istasyonu vardır?" "New York'ta kaç tane piyano tamircisi vardır?"

Zeki adaylar sizin, onun bilgisini yoklamadığınızı farkederler ve kabataslak bir cevap bulmak için hevesle atlarlar. "Evet, LA'in nüfusunun 7 milyon olduğunu varsayalım; LA'deki her kişinin 2,5 tane arabası olsa..." Elbette, temelden yanlış bile olsa sorun yok. Önemli olan soruna hevesle atlamış olmaları. Benzin istasyonunun kapasitesini hesaplarlar. "Hmm, bir depoyu doldurmak 4 dakika alsa, benzin istasyonunun 10 tane pompası olsa ve günde 18 saat açık kalsa..." Alanı hesaplarlar. Bazen yaratıcılıklarıyla sizi şaşırtırlar, ve Los Angeles'a ait sarı sayfaları isterler. Hepsi iyiye işaret.
Çok zeki olmayan adaylar telaşlanır ve tedirgin olurlar. Sanki Mars'tan gelmişsiniz gibi size öylece bakarlar. Onlara yol göstermeniz gerekir. "Peki, Los Angeles büyüklüğünde bir şehir inşa edecek olsaydın, içine kaç tane benzin istasyonu koyardın?" Küçük ipuçları verebilirsiniz. "Benzin deposunu doldurmak kaç dakika sürer?" Orda aptalca oturan ve sizden onları kurtarmanızı bekleyen zeki olmayan adaylara dahi yol göstermeniz gerekir. Bu insanlar problem çözücü değildirler ve bizim için çalışmalarını istemeyiz.
Program sorusu olarak, adaylara C ile küçük bir program yazmalarını isterim. İşte, sorabileceğim bazı tipik sorular:

Bir dizgiyi yerinde ters çevirmek
Bağlı listeyi ters çevirmek
Bir bayt içindeki tüm açık bitleri sayma
İkili arama
Dizgi içindeki aynı elemandan oluşan en uzun diziyi bulma
atoi
itoa (Harika, çünkü yığın ya da strrev kullanmak zorundalar)
5 satır koddan daha fazla tutan bir problem vermek istemezsiniz; bunun için zamanınız yok.

Bunların bir kaç tanesini ayrıntılı olarak inceleyelim. #1: Bir dizgiyi yerinde ters çevirmek. Hayatım boyunca mülakat yaptığım her aday, ilk seferinde bu soruya yanlış cevap vermiştir. İstisnasız hepsi, başka bir tampon bellek ayırıp dizgiyi bu bellekte ters çevirmeye çalıştılar. Sorun, tampon belleği ayıran kim? Tampon belleği boşaltan kim? Bu soruyu onlarca kişiye sorarak, ilginç bir gerçeği keşfettim. C'yi bildiğini sanan çoğu insan, gerçekte bellek ve işaretçilerden anlamıyorlar. Aslında kafa yormuyorlar. Şaşırtıcı olan, bu insanlar programcı olarak çalışıyorlar ve gerçekten de öyleler. Bu soruyla, işte size adayı değerlendirmenin bazı yolları:

Fonksiyonları hızlı mı? strlen'i kaç kere çağırdıklarına bakın. strrev için O(n) çalışması gerekirken, O(n^2) çalışan algoritmalar gördüm, çünkü strlen'i döngü içinde tekrar tekrar çağırmışlar.
İşaretçi aritmetiği kullanmışlar mı? Bu iyiye işarettir. Bir çok "C programcısı" işaretçi aritmetiğinin nasıl çalıştığını bilmez. Şimdi, normalde, belli bir beceriye sahip olmadığı için bu adayı reddetmemeliyim. Bununla birlikte, C'de işaretçi mantığını anlamanın bir beceri değil, doğal bir yetenek olduğunu keşfetmiş bulunmaktayım. Bilgisayar Bilimi bölümünün ilk yılında, dönem başında 4 yaşındayken BASIC'le Atari800 leri için karmaşık macera oyunları yazmış yaklaşık 200 öğrenci her zaman vardır. Pascal öğrenirler, başarılıdırlar; ta ki bir gün profesör imleçleri anlatana kadar, birden kavrayamaz olurlar. Artık daha fazla bir şey anlamazlar. Sınıfın %90'ı kaçar ve Uluslararası İlişkiler okur, ve sonra da arkadaşlarına bölüm değiştirmelerinin sebebi olarak da Bilgisayar Bilimleri sınıfında karşı cinsten çekici birinin olmamasını söylerler. Kimi sebeplerden dolayı, bazi insanlar beyinlerinin imleçleri anlayan kısmından yoksun olarak doğarlar. Bu bir beceri değil, doğal bir yetenektir - bazı insanların yapamadığı dolaylı düşünmenin karmaşık bir biçimini gerektirir.
3'te, C'de bit operatörlerini ne kadar iyi öğrendiklerini görebilirsiniz... fakat, bu bir beceridir, doğal bir yetenek değildir, bu yüzden bu konuda onlara yardımcı olabilirsiniz. İlginç olan, adayı bir bayt içindeki tüm açık bitleri sayan bir metod yazarken izlemek, ve daha sonra bunu daha hızlı daha hızlı hale getirmelerini istemektir. Gerçekten zeki olan adaylar, sadece bir kez oluşturmaları gereken bir lookup tablosu(nihayetinde, 256 tane giriş vardır) yaratırlar. İyi adaylarla, farklı bellek/zaman kombinasyonları hakkında gerçekten ilginç muhabbetler edebilirsiniz. Daha da üzerlerine gidin: Başlangıçta lookup tablosu yaratmak için hiç zaman harcamak istemediğinizi söyleyin. Zeki adaylar, bitlerin ilk kullanımda sayıldığı ve lookup tablosuna atılıp, bundan sonraki kullanımlarda sayılmadığı bir önbellek tasarımında bulunabilirler. Gerçekten çok zeki olan adaylar ise bit desenlerinin avantajından yararlanıp, bunların tablonun yaratılmasında kısayol olarak kullanılmasını planlayabilirler.

Kod yazan birini gözlemliyorsaniz, işte size yararlı olabilecek bazı teknikler:

Adaya, editör olmadan kod yazmanın zor olduğunu bildiğinizi söyleyerek güvence verin, ve kağıdının düzensiz olması halinde bunu önemsemeyeceğinizi belirtin. Aynı zamanda derleyici olmadan hatasız kod yazmanın zor olduğunu gözönüne alın.
İyi programcının bazı belirtileri: İyi programcıların {'i yazdıktan sonra sayfanın sonuna gidip } yazıp, daha sonra aradaki boşluğu doldurmak gibi iyi alışkanlıkları vardır. İlkel bile olsa, değişken adlandırmada bazı alışkanlıklara sahiptir... İyi programcıların döngü indekslerinde kısa değişken isimleri kullanmak gibi bir meyilleri vardır. Eğer indekse GecerliSayfaPozisyonuDonguSayaci diye isimlendirmişlerse, hayatlarında çok fazla kod yazmadıklarına emin olabilirsiniz. Ara sıra, C programcılarının if (0==strlen(x)) seklinde yazdıklarını, sabiti =='in soluna koyduklarını görürsünüz. Bu gerçekten iyiye işarettir. Bu = ile == 'i bir çok defa karıştırmaktan dolayı canlarının yandığını ve kendilerini bu tuzaktan kurtarmak için böyle bir alışkanlık edindiklerini gösterir.
İyi programcılar yazmadan önce bir plan yaparlar, özellikle işin içine işaretçiler girdiğinde. Örneğin, bir bağlı listeyi ters çevirmelerini istediğinizde, iyi adaylar her zaman kenarda küçük bir çizim yaparlar, tüm işaretçileri ve gösterdikleri yeri çizerler. Bunu yapmak zorundadırlar. Bağlı listeyi ters çeviren kodu, küçük kutular ve oklar çizmeden yazmak imkansızdır. Kötü programcılarsa hemen kod yazmaya başlarlar.
Kaçınılmaz olarak, kodda hata bulursunuz. Öyleyse geldik 5. soruya: Bu kod sizi tatmin etti mi? "Tamam, hata nerde o zaman?" diye sormak isteyebilirsiniz. Önemli bir Cehennemden Gelen Açık Uçlu Soru. Tüm programcılar hata yapar, bunda bir yanlışlık yok, sadece bu hataları bulabilmeleri gerekir. Dizgi fonksiyonlarıyla çalışırken, yeni dizginin null ile bittiğini çoğu zaman unuturlar. Hemen her fonksiyonda, Off-By-One hatası yapabilirler. Bazen noktalı virgül koymayı unuturlar. Fonksiyonları 0 uzunluklu dizgiler için yanlış çalışabilir, veya malloc başarısız olursa Genel Koruma Hatası verebilir... Çok nadiren, ilk seferde hatası olmayan bir adaya denk gelebilirsiniz. Böyle durumda, problem daha eğlenceli hale gelir. "Kodda bir hata var." dediğinizde, kodlarını çok dikkatlice incelemelerini, ve kodlarının kusursuz olduğunu nazik bir yolla belirtip belirtmediklerini gözleyebilirsiniz... Genelde, devam etmeden önce adaya yanıtından memnun olup olmadığını sormak iyi bir fikirdir.

Bölüm 6: tasarım sorusu. Adaydan bir şeyler tasarlamasını isteyin. Jabe Blumenthal, Excel'in orijinal tasarımcısı, bir ev tasarlamalarını isterdi. Jabe'e göre, hemen beyaz tahtaya gidip ve bir kare cizen adaylara rastlamış. Bir kare! Bunlar acilen İşe Almayınlardandır. Tasarım sorularında, ne ararsınız?

İyi adaylar, sizden problem konusunda daha fazla bilgi almaya çalışırlar. Ev kimin için? ilke olarak, evin kim için olduğunu sormadan tasarıma atlayan birini işe almam. Çoğu zaman o kadar kızarım ki, yarıda keserek "Aslında, sormayı unuttunuz ama bu ev 14 metre uzunluğunda kör zürafa ailesi içindi." derim.
Çok zeki olmayan adaylar tasarımı yağlıboya resim yapmak zannederler: Boş bir tahta alırsın ve üzerine istediğini yaparsın. Zeki adaylar, tasarımın bir dizi değiş-tokuşlardan oluştuğunu bilirler. Müthiş bir tasarım sorusu: Cadde köşeleri için bir çöp tenekesi tasarlayın. Tüm ihtimalleri düşünün! Boşaltması kolay, ama çalınması imkansız olmalı; içine bir şeyler rahatça konabilmeli ama rüzgarlı havalarda içindekiler kolayca dışarı çıkamamalı; sağlam olmalı ama pahalı olmamalı; bazı şehirlerde, teröristlerin içine bomba yerleştirememesi için özel olarak tasarlanmalı.
Yaratıcı adaylar ilginç, bulunması öyle kolay olmayan cevaplarla sizi şaşırtırlar. En çok beğendiğim sorulardan biri de Kör İnsanlar İçin Baharat Rafı Tasarımıdır. Kaçınılmaz olarak, adaylar baharat şişelerinin üstünde bir yere Braille yazısı koyarlar ve 100 soru sorduktan sonra anlayacağınız üzere bu yazı genellikle kapağın üstünde olur. Adaylardan biri, baharatları çekmeceye koymanın daha iyi olacağını, çünkü parmak ucuyla yatay olarak Braille okumanın, dikey olarak okumaktan daha rahat olduğunu söyledi. (Deneyin!) Bu öylesine yaratıcıydı ki beni şaşırttı -- yapılan onlarca mülakatta, bu cevabı daha önce hiç duymamıştım. Bu, problemin sınırlarını aşan bir sıçrama oldu. Bu cevabın tek başına verdiği güçle, adayı işe aldım ve o Excel takımının en iyi program yöneticilerinden biri oldu.
İşin sonuna bakın. Bu İş Bitiricilikle ilgilidir. Bazen adaylar, bir ileri bir geri giderler, kesin bir karar veremezler, veya zor bir soru sormaktan kaçınırlar. Bazen de güç bir kararı cevapsız bırakırlar ve devam ederler. Bu iyi bir şey değildir. İyi adaylar, siz onları geri çekmeye çalışsanız bile, ileri gitmeye yönelik doğal bir eğilim gösterirler. Muhabbet dönüp dolaşıp aynı yere geliyorsa, aday genellikle "Tamam, bunun hakkında bütün gün konuşabiliriz, ama yapmamız gereken bir şeyler var, öyleyse X kararıyla devam edelim." derler. Bu gerçekten iyi bir işarettir.
Gelelim #7'ye, Meydan Okuma. Bu eğlencelidir. Mülakat boyunca, adayın mutlak doğru ve tartışılmaz bir şey bulması için uğraşırsınız. Sonra "bir dakika, bir dakika" deyip, iki dakika boyunca şeytanın avukatını oynarsınız. Haklı olduklarına emin olana kadar tartışın.

Zayıf adaylar pes ederler. İşe Almayın
Güçlü adaylar sizi ikna etmek için çözüm ararlar. Sizi mat etmek için tüm Dale Carnegie yöntemlerini kullanırlar. "Sizi yanlış anlamış olabilirim," derler. Ama mevzilerini korurlar. İşe Alın.
Kabul etmek gerekir ki, bir mülakatta, iki taraf da aynı güçte değildir. Siz daha güçlü bir konumda bulunduğunuz için adayın sizle tartışmaktan korkma riski vardır. FAKAT, iyi adaylar tartışmada ateşli olma eğilimindedirler, ve bir an için de olsa mülakatta olduklarını unuturlar, sizi ikna edebilmek için ellerinden geleni yaparlar. Bu tip insanlar işe almak istediklerinizdendir.

Son olarak, adaya sorusu olup olmadığını sorun. Bazıları, mülakat kitaplarındaki standart yöntemlerde anlatıldığı üzere, zekice bir soru sormalarını beklerler. Kişisel olarak, ne sorduklarına bakmam; o noktada, çoktan kararımı vermiş olurum. Güç olan, adaylar bir günde 5-6 kişiyle görüşmek zorundadırlar, ve 5-6 tane farklı, güzel soru sormak zordur, bu yüzden eğer soruları yoksa, problem değildir.

Her zaman ama her zaman, mülakatın sonundaki 5 dakikayı Fog Creek'i pazarlamak için kullanırım. İşe almayacak olsanız bile bu çok önemlidir. Gerçekten iyi bir aday bulacak kadar şanslıysanız, Fog Creek'e gelmesi için o noktada yapılabilecek herşeyi yapın. Kötü aday olsalar bile, şirketten iyi bir izlenimle ayrılması için, Fog Creek hakkında heyecan uyandırın. Şu şekilde düşünün: bu insanlar sadece potansiyel çalışan değil, aynı zamanda potansiyel müşteridirler. Bizim işe alma çabamız için birer satıcıdırlar; eğer Fog Creek'in çalışmak için iyi bir yer olduğunu düşünürlerse, arkadaşlarını da başvurmak için cesaretlendirirler.

Hıh, size sormaktan kaçınmamız gereken sorular hakkında örnek vereceğim sözümü şimdi hatırladım.

Her şeyden evvel, yasadışı sorulardan kaçının. Irk, din, cinsiyet, ulusal köken, yaş, askerlik yapabilme durumu, deneyim, cinsel tercih, veya fiziksel engel konularına ilişkin herşey yasadışıdır. Özgeçmişleri 1990 yılında orduda olduğunu yazıyorsa, mülakatı yumuşatmak için bile olsa, Körfez Savaşında olup olmadıklarını sormayın. Bu yasaya aykırıdır. Eğer özgeçmişleri Haifa'da Technion'da görev aldığını söylüyorsa, İsrailli olup olmadığını sormayın. Bu yasaya aykırıdır. Burda neyin yasal olmadığına dair oldukça iyi bir tartışma bulabilirsiniz. (Sitedeki diğer mülakat soruları çok saçma.)

Bir sonraki madde, ayrımcılığa dayanan, biz önem veriyormuşuz gibi görünen, ama aslında çok da önem vermediğimiz sorulardan kaçınmak. Sanırım, buna en iyi örnek birisine çocuğu olup olmadığını ya da evli olup olmadığını sormaktır.Bu, çocuklu insanların işlerine yeteri kadar zaman ayıramayacaklarını ya da gebelik izni alıp kaçacaklarını düşündüğümüz izlenimini uyandırır.

Son olarak, 6 eşit kibrit çöpünden birbirinin aynısı 4 tane eşkenar üçgen yapmak gibi muzip sorulardan kaçının. Bu bir "oha!" sorusudur, bu size "zeki/iş bitirici" olduğu konusunda herhangi bir bilgi sağlamaz.

Mülakat yapmak bilimden çok bir sanattır, ama eğer Zeki/İş Bitirici prensibini aklınızda tutarsanız iyi durumda sayılırsınız. Eğer fırsatınız olursa, iş arkadaşlarınıza en beğendikleri soruların ne olduğunu sorun, ve ne tür cevaplar aradıklarını öğrenin. Bu Redmond'da Building 16 kafeteryasında öğle yemeklerinin değişmez sohbet konularından biridir.



http://local.joelonsoftware.com:80/mediawiki/index.php/Mülakat_İçin_Gerilla_Rehberi dan alıntıdır.

Sunday, April 13, 2008

Ferhat Kentel (10.04.2008) - Gazetem.net ten alıntıdır.

Şiddetin oyununu bozmak
Geçen Şubat ayının sonları... Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Kuzey Irak'a sınır ötesi operasyonu... Aynı sıralarda Akdeniz Üniversitesi'nde “Toplumsal barış ve uzlaşma” konulu bir panel... Cengiz Güleç bir psikiyatrist gözüyle, ben sosyolog gözüyle “nasıl olacak bu barış ve uzlaşma?” sorusuna cevap(lar) aramaya çalışıyoruz. Ben “Kurgular, kimlikler ve gündelik hayat” başlıklı sunuşumda aşağı yukarı şunları anlatıyorum: İktidar dilini belirleyen güçlü kurgular ve dayatılan egemen kimlik tanımlamaları gündelik hayatı esir alıyor, sömürgeleştiriyor. Hayatın içinde barış var, ancak o hayat üzerinde egemenlik kuran dil savaş mantığı içeriyor. Uysal bedenler yaratmaya çalışan iktidar dilinin bizzat kendisi çatışmacı. Çünkü kendi formatına, “teorisine” uymayan insanlık hallerini kendisine uydurmak için her türlü yolu mübah görüyor; uymayan durumları “felaket” olarak tanımlarken, aslında kendi teorisi bir “felaket” halini alıyor. Bu “felaket” karşısında, gündelik hayattaki her türlü yaratıcılığın yok edilmesine ve empoze edilen kimliklere karşı insanlar direnebilmek ve kendileri olarak kalabilmek için alternatif kimlikler -yani kurgular- inşa ediyorlar. İşte bu yeni kurgular egemen dil tarafından çatışma nedeni olarak kabul edilip, kendi çatışmacılığına -kutup arzusuna- meşru zemin yaratıyor. Kutuplaşmanın bu kısır döngüsünden çıkmak lazım. Yani, barış için tam da gündelik hayattaki potansiyele, “içiçeliklere” yani insanların “başkalarındaki varlıklarıyla” sahip oldukları öznelik hallerine dayanmak ve güvenmek; tekleştirici savaş diline karşı, kurguların altındaki mütevazı insanlık hallerini görünür kılmak, çoğulluğun dilini güçlendirmek gerekiyor...

O panelde bunları anlatıyorum ama bu çok önemli değil; burada anlatmak istediğim başka bir şey var...

Sunuşlardan sonra sorular geliyor... Vakitten tasarruf etmek, tansiyonu yüksek bu memleket meselesinde potansiyel gerilimlere yol açmamak için sorular yazılı olarak alınıyor... Onlarca soru; bana sorulanların çoğu Kürt meselesine ilişkin... Henüz bir ay sonraki Newroz'un kayıtlara düşmediği Kürt meselesine ilişkin... Ama bir soru var ki, diğerlerinin hepsini kuşatıyor; gerilimi engellemek adına soruları “yazılı” almanın yani insanları “konuşturmamanın” anlamını (ya da anlamsızlığını) ortaya koyuyor:

“Ben sorularımı, içerisine ses tonumu, mimiklerimi ve heyecanımı katarak sormak isterdim. Siz benim oturduğum koltukta bulunsaydınız, cümlenin sansürü karşısında ne yapardınız?”

Doğru dürüst cevap veremiyorum. Çünkü ne yapardım, tam olarak bilmiyorum... Herhalde konuşmaya çalışırdım, elimden geldiği kadar...

Ya da şu soru: “Şırnak'ta panzerle çocuğu eziyorlar. Bir Kürt genci olarak ne yapmam gerekiyor? Halkım asimilasyona uğruyor, kültürleri gelecekleri gasp ediliyor. Bir Kürt genci olarak ne yapmam gerekiyor?”

İsmini önce yazıp, sonra -neme lazım başına bir şey gelmesin diye- karalamış bu gencin ne yapması gerekir onu da tam olarak bilmiyorum. Daha doğrusu belki bir şeyler biliyorum ama “onun adına” bilemiyorum. Ben sahip olduğum akademik meşruiyete, yaşımın sağladığı korunağa dayanarak “konuşuyorum” ve bir “barış ve uzlaşma” dili üretmeye çalışıyorum... Ama o konuşamıyor... Ve konuştuğu zaman, tam olarak ne anlatacağını, benim “dilimin” onun için ne kadar anlamlı olduğunu bilemiyorum... O salondaki gençleri, o üniversitedeki gençleri, diğer birçok üniversitedeki gençleri duymam mümkün değil... Duymuyoruz, duyamıyoruz...

Panelden sonra yanıma geliyor bazıları. İçlerinde kalanları konuşmak istiyorlar. Ama biz “büyükbaşların” zamanı sıkışık... İki arada bir derede kalıyorum...

İçim daralıyor...

Ve bugün o iç daralması dört nala geri geliyor... O gün Akdeniz Üniversitesi'ndeki o konuşamayan gençler -konuşmamaya devam etmeleri için- saldırıya uğruyorlar... Siyah takım elbisesi ve içinde beslediği katilin nişanesi olarak alnındaki kara lekesiyle bir adam silahını boşaltıyor gençlerin üzerine... Başörtüsüyle girilemeyen üniversiteye silahıyla giren (silah, “siyasi sembol” olmadığı için) siyah takım elbiseli adam yalnız değil; çünkü onunla birlikte başkaları da satırlarıyla girmekte bir engelle karşılaşmamışlar...

Ankara Üniversitesi'ndeki Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde olduğu gibi... İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüs yemekhanesinde olduğu gibi... Ankara Üniversitesi Tandoğan Kampüsü'nde olduğu gibi...

Konuşmak isteyen genç insanların üzerine salınmış, polis korumasında “organize satırlı birlikler”... Öğrenci avına katılıyorlar...

Ne yapılabilir bu durumda? Bana “ne yapması gerektiğini” soran genç, çoğulluğun dilini nasıl hayata geçirecek? En güçlünün bir altındakini konuşturmamaya yemin ettiği bir siyasal atmosferde, hiç konuşmasına izin verilmeyen genç nasıl “çoğulluğun dili”ni sahiplenecek?

Adeta bir din gibi algıladıkları laikliği bir “yaşam tarzı” olarak topluma empoze eden, bu yüzden aslında “laikliğe aykırı” davranan odaklar bir siyasal partiyi susturmaya çalışırken çoğulluğun dili nasıl konuşacak?

Bu tür bir baskıya maruz kalan bir siyasal parti, Kürtlerin kendilerini anlatmak için oy verdikleri bir parti üzerindeki baskılara ortak olurken nasıl konuşacak bu dil?

Dinselleşmiş bir laiklik anlayışının mağduru olan bir hükümetin Başbakanı kendisine dertlerini anlatmaya gelmiş, Kürtçe talebini dile getirmiş bir sivil toplum kuruluşunun sözcüsünü “Ana dilde eğitim sadece azınlıklar içindir. Onlara da kurs açılır” diye terslerken; sözcü itiraz edince de “Yalan konuşuyorsun, sen dürüst değilsin” diye hakaret edip fırçalarken nasıl üretilecek bu çoğulluğun ve demokrasinin dili?

Askeriyle, yargısıyla, medyasıyla, partileriyle, sokak çeteleriyle fiziksel ya da sembolik şiddetin ve tehditlerin elden bırakılmadığı bu siyasal kültürde Akdeniz Üniversitesi'nin gençleri nasıl konuşacaklar?

Konuşamayacaklar; çünkü onların konuşmamaları ve savaşa girmeleri isteniyor. Çünkü bu memleketin bütün insanları savaşa sokulabildiği ölçüde en güçlü savaş ve yaptırım teknolojilerine sahip olanlar kazanacaklarını biliyorlar....

İşte bu yüzden, gücün ve şiddetin bu oyununu bozmak gerekiyor...

İşte bu yüzden, şimdilik tek çare gibi görünen yolu güçlendirmek gerekiyor... Yani o şiddetperverleri taklit etmemek, onların şiddetlerinin ellerinde patlamasını sağlamak yani toplumun, gündelik hayatın içinde, “başkalarındaki varlığımızı”, barışımızı inatla aramak gerekiyor...



10 Nisan 2008, Perşembe