Sunday, May 24, 2009

Rubailer (205)

“Madendeki inciyi aradıkça madensin

Ekmek lokmasına heves ettikçe ekmeksin

Şu kapalı sözü anlarsan, anlarsın her şeyi;

Neyi arıyorsan osun sen…. “ (Rübailer, 205)

Monday, May 18, 2009

Erken kalkmak

‘De ki: Sabahın Rabbine sığınırım.’ (Felak Suresi, 113)

Bereket sabah başlar. Gün ortasında uyanmak, neredeyse günü bitirmek, zamanı tüketmek demektir. Tüm canlılar sabahın ilk ışıklarında uyanıp yiyecek aramaya, yani çalışmaya başlarlar. İnsanların da rızıklarını kazanmak için, erken kalkma zorunlulukları vardır. Aksi takdirde bereketsiz ve şevksiz bir hayat sürmeleri kaçınılmazdır.

Geceyi eğlence alemlerinde geçirip, günü yarım yaşayanların, yaradılışa aykırı olan bu tavır ve davranışlarından ötürü, tüm hayatlarında bir bereketsizlik hakim olur. Ayrıca toplumun büyük çoğunluğunun yaşadığı olayları ve haberleri de, hep geriden takip ederler.

“O sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi bir sükun (dinlenme), güneş ve ay'ı bir hesap (ile) kıldı. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen ALLAH'ın takdiridir.” (En’am Suresi, 96)

Yüce ALLAH, yarattığı tüm varlıkları ve kainatı, ayetin ifadesiyle, bir sistem, hesap ve düzen içinde tertiplemiştir. Geceyi dinlenme, gündüzü çalışma olarak, insanları da bu sisteme uygun şekilde yaratmıştır. Günün ilk saatleri olan sabahı uykuda geçirerek yaradılışa aykırı davranıldığında, her şeyde olduğu gibi, burada da bir çok olumsuzlukları beraberinde getirmektedir.
Erken kalkıp günü en başından yaşamak, hem daha zinde olmamızı sağlar, hem de verimli çalışarak gün içinde yapılacak işlerin bir çoğunu, henüz gün yarılanmadan bitirmemize sebep olur.

“Doğrusu gece neşesi (gece ibadeti, insanın iç dünyasında uyandırdığı) etki bakımından daha kuvvetli, okumak bakımından daha sağlamdır. Çünkü gündüz, senin için uzun uğraşılar vardır.” (Müzzemmil Suresi, 6-7)

Ayette Yüce ALLAH, ibadetleri, sessizliğin ve konsantrasyonun yoğun olduğu zaman olan, gece yapılmasının daha makbul olacağını bildirmektedir. Dolayısıyla geceleri uyku ve ibadetle geçirmemizi tavsiye etmektedir. Daha sonra “gündüz için uzun uğraşlar vardır” ifadesiyle, insan yaradılışına en uygun olan bu durumu bildirmektedir.

‘…Yarattığı şeylerin şerrinden, Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,’ (Felak Suresi, 113)

Yukarıdaki ayette, “gecenin şerrinden Sana sığınırım” bilgisi, buradan gece yaşantısının insanın yaradılışına uygun olmayan bir zaman olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu zaman diliminin uykuda ve ibadetle geçmesi, insanlar için en hayırlı olanıdır.

Bir başka ayette ise, “Ve nefes almaya başladığı zaman, sabaha;” (Tekvir Suresi, 18) ifadesiyle sabahın sağlık açısından da önemine dikkat çekilmektedir. Bilindiği gibi oksijenin en bol olduğu saatler sabah saatleridir. Tüm yeşil bitkiler, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kendi besinlerini üretmek üzere, karbondioksiti alarak oksijeni havaya vermeye başlarlar. Güneş battıktan sonra ise, tıpkı bizler gibi solunum yapmaya, yani oksijeni alıp karbondioksiti dışarı vermeye başlarlar. Görüldüğü gibi Yüce ALLAH, bir lütuf olarak sabah saatlerinin çalışmaya başlamak için en uygun zaman olduğunu ayetler doğrultusunda haber vermiştir. Bu durumun daha bilmediğimiz sayısız hikmetleri olduğu da bir gerçek.

Erken kalkmak tüm yaratılmışlarla beraber uyanmaktır. Ayette dediği gibi “nefes alan sabahı” yakalamaktır. Güneşin muhteşem doğuşunu, izleyerek güne başlamak, bu heyecanı ve şevki yaşamakla beraber, insanları bekleyen ışıl, ışıl yeni günü müjdelemektedir. Bu durumu alışkanlık haline getirip, yaşam boyu hayata geçirip yaşayanlar, genç ve dinç yaşlanarak, moralleri daima yüksek olup, yaşamlarına huzur ve bereket hakim olur.

Kaynak : http://www.hayatinrengi.net/faydali-bilgiler/34496-erken-kalkmanin-faydalari.html

Sunday, May 17, 2009

Rıfat Ilgaz - Uçurtma

Çocuklarımız neleri sevmiyorlar ki...
Uçurtmayı seviyorlar söz gelişi,
Bir havalandı mı uçurtmaları
Daha da güzelleşiyorlar.
Maviliklerde gözleri
Özgürlüğü yaşıyorlar
Uçurtmalarla birlikte.

Koparıp da iplerini hele
Bir kurtuldular mı ellerinden,
öylesine seviniyorlar ki,
Gidiş o gidiş, bile bile...

Kızalım mı umursamayışlarına?
Kendi yaşamlarını izliyorlar boşlukta.
Onlar da birer uçurtma değil mi?

Bizim de ne süslü uçurtmalarımız vardı,
Alıp başlarını gitmediler mi?
Gözümüzden bile esirgerdik
Hangi birinin ipi kaldı elimizde?

Wednesday, January 28, 2009

Özlü Söz

Kaplumbağaya dikkat et. Ancak kafasını çıkarıp risk aldığında ilerleyebiliyor.


Siirt -Şirvan

Monday, December 8, 2008

Affan dededen kalan... (CAN DÜNDAR'DAN ALINTI)

Affan dededen kalan...
8 Aralık Pazartesi 2008



Geçenlerde Bursa’da hediye edilen bir kitap, beni çocukluğumun haylaz bayram sokaklarına götürdü; mazinin sadece güzellikleri gösteren perdesine dalgın bakakaldım.
Araştırmacı yazar Yılmaz Akkılıç’ın Bursa Belediyesi’nce basılan kitabı, “Sokak Oyunları” adını taşıyordu.
Sayfaları çevirdikçe, sanki “Affan dedeye para saydım/ sattı bana çocukluğumu...”
Çiçekleri solmuş, betona boğulmuş eski bir “arsa”da oyuna daldım.
* * *
Asırlardır sokakta, arsada, bahçede büyüyen çocukluk, bir kuşak içinde eve, odaya kapanıp bilgisayar başına hapsolduğundan, bizim oyunlar da onlarla birlikte tarih sahnesinden çekilmiş, yenileriyle yer değiştirmişti.
Akkılıç, buna direnmek için, eski kuşak Bursalılara çocukken oynadıkları oyunları anlattırmış, bu anlatımları yazıya ve fotoğrafa döküp kitaba basmış.
Her bir sayfa bana, yeniden sokağa çağıran bir ıslık gibi geldi.
Hafızaya gömülmüş bir kent mirasının nostaljik kazısı...
Toza bulanmış renkli bir bayrağın, hayalleri ekrana sığmış bir kuşağa devir teslim töreni...
Bazılarınıza yabancı da olsa, beni kuyruğuna takan bu güzelim uçurtmayla sizi de uçurmak istedim bir süre...
Bayramdan istifade...
Mazinin oyun bahçelerinde...
* * *
“Uzun eşek”i, “çanak çömlek”i, “birdirbir”i, “körebe”yi, “köşe kapmaca”yı, “kukalı saklambaç”ı, “istop”u geçiyorum. Bunlar kısmen de olsa yaşamayı, hatırlanmayı başaranlar...
Ama “lik” hepten yok oldu mesela...
“Misket”e, “bilye”ye para yetmediğinde bakkalın arka bahçesinden toplanmış gazoz kapaklarıyla oynanan “baş”lar, “tumba”lar tarihe karıştı.
“Misket”i olanlar da “müselles”i unuttu (ki bunun “üçgen” anlamına geldiğini biz de bilmezdik o zaman...)
Ya “çivi”... “kuyu”?
Her yere asfalt dökülünce onlar da toprak oldu.
* * *
Kızlar “üçtaş”ı, “beştaş”ı hatırlar belki...
Ama onlar da “ayak ipi”nden vazgeçti. 2 metre arayla karşı karşıya duran iki kızın bilek hizalarından başlayıp kademeler halinde bel hizasına dek yükselttikleri lastik bir ipe basarak söylenen tekerlemeler duyulmaz oldu.
Neyse ki hâlâ okul bahçelerinde “sek sek”in tebeşirle çizilmiş 8 karesini görüyorum.
Bazen hafıza tazeler gibi, rakamları üzerinde tek ayak zıplıyorum.
* * *
Üç tekerlekli bisikletler, çemberler, tornetler...
Saha darlığından icat edilmiş “Japon kale”ler...
İç içe geçmiş patlak plastik toplar, uzun direksiyonlu tel arabalar, urganla kırbaçlanan topaçlar, bilek morartan laklaklar, eski okul çantalarından kızaklar, barut kokulu çatapatlar, sesi mecburen bizim ağızlarımızdan çıkan uyduruk tabancalar...
Birlikte yattığımız, atmalara, satmalara kıyamadığımız, hatta tamiratını da kendimiz yaptığımız gösterişsiz oyuncaklar...
Tabii ki zaman geçip nesiller yenilendikçe unutulacaklar.
Ama yerlerine geçen “playstation”ların, “psp”lerin dehşetini gördükçe, “Sims”i takıp kendi başına “evcilik” oynayan kızları izledikçe, sokağı tanıyamadan eve kapanmış, alışveriş merkezi dışında gezecek yeri kalmamış yeni kuşağın bu hali, “yakan top” yemiş gibi yakıyor içimi...
O yüzden bu bayram günü, “kapı hakkı” neyse verip “Bezirgânbaşı” köprüsünden geçiyorum.
Mazinin o tozlu arsalarında keyifle dolaşıyorum.
Hepinize çocukluğumun bilyeleri kadar rengârenk bir bayram diliyorum.

Thursday, November 27, 2008

iŞLERİ KÜÇÜMSEMEYELİM, TEMBELLİK ETMEYELİM.

Email ile gelen bir yazıyı paylaşmak istiyorum.
Üzeyir Garih ten bir yazı, sanırım kitaplarından birisinden, hangisi olduğunu gönderen olursa yayınlamak isterim. Benim okuduğumda değildi.
Güzel bir kişisel gelişim yazısı.
1951 yılının Temmuz ayında 17 arkadaşımla birlikte İTÜ Makine
Fakültesi'nden başarılı bir öğrenci olarak mezun oldum.O gün hayatımın en mutlu günlerinden biriydi. Sınavlara hazırlanmaktan para getirebilecek işleri altı aydır ihmal etmiştim. Parasızdım. Ancak Yüksek Mühendis diplomasını kazanmış olmaktan dolayı mutluydum.O sabah motor dersi hocalarımız, ikisi de asistan olarak çalışan Prof. Necmettin Erbakan ve Prof. Hakkı Öz'ün karşısında başarılı bir motor sınavı ve mezuniyete hak kazanmıştım. Bu olayı kutlamak için bir arkadaşımla Moda'da yazın ilk deniz banyosunu yapmayı ve kendimize bir ziyafet çekmeyi kararlaştırdık. Mayolarımızı yanımıza almıştık.Arkadaşı m Moda'ya gitmeden önce yeni inşa edilen Levent Mahallesi'nde otobüsle bir tur atıp Türkiye'de o gün için yepyeni bir olay olan bir uydu villa kenti gezip görmeyi teklif etti. Merakla kabul ettim. Levent,alt yapısı tamamlanmış villaları toparlar görünümdeydi.Yolları o zamanlar pek ender rastlanan bir şekilde tamamen asfalttı. Otobüsten inip merakla yürürken bir villanın kapısının önünde villa sahibi ile bir amelenin yüksek sesle tartışmalarına tanık olduk. Merakla yaklaştık.
Bizi gören villa sahibi sanki içini dökmek ister gibi bize dönerek:
-Burada temizlenecek bir su deposu var. Tam yevmiye veriyorum yapmıyor.Ne ister bilmem ki, diyordu.
Amele ise;
-Bu iş geceye kadar sürer, kurtarmaz! Kahveye gidip yarına kadar uygun iş ayarlarım, diyordu.
Arkadaşımla aynı şeyi düşünmüş gibi bakıştık. İkimiz de parasız sayılırdık. Amele yevmiyesi ise 6 lira idi. Bizim o günkü ihtiyacımızın hemen hemen iki misli.
Villa sahibine bu işi yapmaya hazır olduğumuzu söyleyince,
amele homurdanarak
-Canınız çıksın da anlayın halimizi, diyerek uzaklaştı.
Mayoları mızı giydik. Deponun pırıl pırıl temizlenmesi bir saat sürmemişti. O sıcak yaz gününde bahçede hortumla duşlandık. Havlu fabrikası sahibi olduğunu sonradan öğrendiğimiz ev sahibi,kim olduğumuzu anladıktan sonra altışar lira ile birer havlu hediye ederek ve birer gazoz ikram ederek uğurladı.Bu işte kanımca tek kaybeden 'Kurtarmaz!' diyen amele olsa gerek. İş mi çoktu? Insanlar mi tembeldi? Neyi 'kurtarmaz' idi? Bu güne kadar da anlamis degilim
Uzeyir GARİH
Dr. Üzeyir Garih eserlerine bu linkten ulaşabilirsiniz.
http://www.uzeyirgarih.alarko.com.tr/baskankitap1/BBatkitap.htm

Tuesday, November 25, 2008

Devrim Otomobil öyküsü (Devrim Arabaları)





Yıl 1961. Ordunun binek otomobil gereksinimini karşılamak için, cumhurbaşkanı Cemal Gürsel otomobil üretilmesini ister. 16 Haziran 1961’de Devlet Demiryolları Fabrikaları ve Türk mühendislerine görev düşer. Tamamen Türk mühendislerince, Türk yapımı bir otomobil yapılmasına karar verilir. Yapılan üst düzey toplantılarda alınan kararla, dört buçuk ay gibi bir zamanda Devrim Otomobil’in tamamlanması gerekmektedir. Otomobil 29 Ekim 1961 Cumhuriyet Bayramı’na yetişmelidir. Ödenek, bir milyon dört yüz bin Türk Lirası’dır.

İnanılmaz şey gerçekleştirilir, Türk mühendisleri gece gündüz, büyük bir özveri ve azimle Devrim Otomobil’i yetiştirirler. Eski bir altı silindirli Chevrolet motorunun iki silindiri kesilerek kalıp yapılmış, motor gövde ve başlığı Sivas Demiryolları Fabrikası’nda dökülmüştür. Ankara Fabrikası’nda işlenmiştir. Segman, piston Eskişehir’de yapılıp, Ankara Fabrikası’nda monte edilmiştir. Gücü kırk BG'dür. Şanzımanlar tamamen yerli olarak Ankara Fabrikası'nda yapılmıştır. Orijinal jantlarında ve kaputta “Devrim” yazmaktadır. Ön panel kadranları Türkçedir; yani “yağ”, “benzin”, “hararet”.

Devrim Otomobil’in son eksiklikleri Eskişehir-Ankara arasında trende giderilir. İki otomobil vardır trende; cilalanır, tehlikeye karşılık benzin koyulmaz. Cumhuriyet Bayramı törenine cumhurbaşkanı bu otomobille gitmek istemektedir. Törene cumhurbaşkanını götürecek otomobile zamanında benzin koyulması unutulur. Yüz metre sonra otomobil durur… Direksiyondaki mühendisin benzin bitti demesi üzerine cumhurbaşkanı; “Batı kafasıyla otomobil yaptınız, Doğu kafasıyla benzin koymayı unuttunuz,” der. İkinci otomobile benzin koyularak yola devam edilir ancak; “Devrim Otomobil” basının diline düşmüştür artık…

Ertesi gün bütün basın, arkasına yerli ve yabancı işbirlikçi güçleri alarak "Devrim"e saldırırlar. Türk mühendisleri ve Türk otomobili yerden yere vurulur. Hiçbir yerde, hiçbir otomobil bu kadar karalanmamıştır. Kimileri modeli çalıntı der, kimileri Türk mühendislerinin yetersizliklerini eleştirir. Öteki otomobil ile Anıtkabir’e gidildiğinden hiç söz edilmez. Bunca paranın boşa gittiğinden bahsedilir ancak; mekanize duruma geçmekte olan Türkiye’nin, at yetiştirmek için yirmi beş milyon TL harcamasından hiç söz eden olmaz… Bu duruma, 27 Mayıs 1960 devrimine bir tepki (darbe de diyebilirsiniz) nedenlerden biridir. Bir diğer neden, “devrim” sözcüğüne duyulan alerjidir. Süleyman Demirel devrim sözcüğünden nefret eder… Seri üretime 1964’te geçilmesi planlanırken maalesef proje rafa kaldırılır.

Seri üretimi devam etseydi, belki de gelişip zenginleşen bir otomobil sanayiimiz olacaktı. Çünkü, bakıyoruz da o zamanlar otomobil sanayi diye bir şeyi olmayan Japonya ve Güney Kore nerelere varmışlar… Çıkarları zedelenenler, bu durumu engellemek için ellerinden geleni yaptılar, hala da yapmaktalar. Bugün yabancı patent sahiplerinin ekmeğine yağ sürmekteler.


Bütün bulara karşılık “Devrim Otomobil” hala ayaktadır. Üretilen dört otomobilden bir “devrim” Eskişehir TULOMSAŞ bahçesine yapılan özel garaj müzesinde sergilenmektedir ve çalışır durumdadır.

Kaynak : http://www.hafif.org/yazi/devrim-otomobil-oykusu