Saturday, February 16, 2008

Başörtüsü ve özgürlük ya da topluma bakmak... (Ferhat Kentel - Kaynak:gazetem.net)

Başörtüsü ve özgürlük ya da topluma bakmak...

Üniversitelerde kılık kıyafet özgürlüğüne ilişkin olarak Anayasa'da yapılmaya çalışılan değişikliklerle bağlantılı olarak, son günlerde akademik dünyadan çıkan dört tane bildiri saydım. Bunlardan birincisi benim de 'tereddüt' etmeden imzaladığım oldukça basit bir bildiriydi. Bildirinin talebi esas itibariyle “hiçbir din, inanç, düşünce, ırk, grup ve cinsiyet ayrımı yapılmaksızın, kılık-kıyafet serbestliğinin bütün öğrencilere tanınması”ydı. Ve imzacılar “üniversitelerin düşünce, ifade, din ve inanç özgürlükleri ile eğitim ve öğretim gibi en temel insan hakları karşısında yasakçı değil özgürlükçü bir tavır alması” ve “özgürlüklerle ve bilim üretimiyle anılan” kurumlar olması gerektiğini dile getiriyorlardı...

İkinci bildiri, “Üniversite Konseyleri Derneği”nin öncülüğünde başlatılan ve “Gericiliğe İzin Vermeyelim!” başlığıyla tavrını oldukça 'net' koyan bir bildiriydi. Savaşkan ve öfke dolu kelimelerini esirgemeyen bu bildiride “gerici ve liberallerin 'türbana özgürlük' ittifakının Türkiye üniversitelerinin yüz karası” olduğu; “türbanın, AKP gericiliği ve piyasacılığının ABD emperyalizmiyle ortaklaşa Türkiye’yi İslam cumhuriyetine dönüştürme” niyetini örttüğü ileri sürülüyor ve imzacılar “türbanın aklın ve kadının esareti olduğunu, gericiliğin hakim kılındığı yerde bilim yapılamayacağını”, dolayısıyla “üniversitede türbana izin vermeyeceklerini” ve “ülkemizi ve üniversitemizi gericiliğe teslim etmeyeceklerini” ilan ediyorlardı. Bu ifadeler bende en ufak bir 'tereddüt' uyandırmadı, imzalamadım...

Analiz gibi görünen fakat daha çok 'hezeyan' halindeki retoriği, özgürlükler konusundaki faşizan tavrı karşısında en basit ifadesiyle 'insaf' dedirten, insanda tartışma arzusu bırakmayan, yıllardır bu memleketin duyduğu ezber türüyle akrabalığı nedeniyle sıkıntı ve bıkkınlık uyandıran bu bildiriyi ciddiye almamak mümkün... Ama bu bildiriye sinmiş olan zihniyet bir 'savaş' istiyor... Bu zihniyet altındakilerin, herşeyi kendilerinin bildiklerini düşündükleri için, 'türban' diye adlandırmaya devam ettikleri başörtüsüne karşı neden savaş açtıklarını, toplumda neden kutuplaşmadan beslendiklerini -sabırla- tartışmak gerekiyor. Bu bildiri anlaşılacağı üzere, şimdiye kadar pek bir kutsal kabul edilen Türk usülü kamusal alanımızın ideolojik kurgusuyla gayet uyumlu bir ruha sahip. “Özgürlük mözgürlük dinlemem, türbanı da almam içeri” diyen, 'kozmik ilişkileri' ve 'herkesin göremediği felaketleri önceden görebilen' bu zihniyetin giderek belirginleşen bir 'dinsel' özelliği var. Bu dinselliğin taşıyıcı havarilerden biri de, hatırlanacağı üzere, YÖK bağlamında adı sıkça söz konusu edilen Profesör Celal Şengör... Uluslararası arenada başarıdan başarıya koşan bu profesör, jeoloji vasıtasıyla bilime duyduğu katışıksız 'inancı' toplumsal meselelere de taşımak konusunda oldukça başarılı bir zat. Örneğin, bir mühendis olarak depremler konusunda donanmış olduğu 'erken uyarı' sistemleri ve öngörme kabiliyeti sayesinde, yeni YÖK başkanının atanmasından sonra, “YÖK tarihinde üçüncü ve ulusumuz için ölümcül derecede tehlikeli olabilecek bir dönemin başladığını” ilan ediyordu.

O, “yüce varlık” olan bilimin havarisi yani bir üniversite hocası olarak cüppesiyle çok önemli birisi... Şu satırları okuyun ve ibret alın: “Cübbelerimize leke sürdürtmeyelim, çünkü bizim cübbelerimiz insanın aczini haykıran ruhban cübbelerine asla benzemez! Bizim cübbelerimiz insanın yüceliğini, insan aklının büyüklüğünü ve insan onurunu temsil eden haysiyet bayraklarıdır. Onları aman kimseye kirlettirmeyelim. Bilim insanlık tarihinin sürekli gelişen ve gerçekten uluslararası olan tek varlığıdır. Bizler o en yüce varlığı yaratan ve taşıyanlarız. Tüm insanlık hemen her olumlu varlığını bizlere borçludur. Bunun bilincinde olalım ve akla karşı suç işlememizi isteyebileceklere, konum ve güçleri ne olursa olsun, asla boyun eğmeyelim. Unutmayınız ki, hiçbir mevki ve hiçbir iktidar üniversite kadar haklı ve güçlü olamaz.” (Bilim Teknik, 21.12.2007)

Yani generallerle telefonda konuşurken bile “hazırol”a ve “rahat”a kolaylıkla geçen, “Ordu gayet tabii ki darbe yapabilir. Niye yapmasın? Ordunun görevi memleketi korumaktır...” diyen ve 'akıl-bilim' derken, üzerine 'cüppe örtülmüş akıl'dan bahsettiğini gayet güzel anlatan bu zat, Türk modernleşmesinin nasıl kendisini kutsallaştırdığının ve dinselleştirdiğinin 'bilimsel' cephedeki güzel bir nümunesi olarak karşımıza çıkıyor. Üniversiteleri sadece belirli kıyafetlerin giyilebileceği, başka kıyafetlerin giyilemeyeceği, 'akla karşı günahların işlenemeyeceği tapınaklar' olarak kabul eden bu zihniyetin türevlerini başka yerlerde de görmek mümkün. Örneğin başörtüsünü protesto etmek üzere, Anıt Kabir'e şikayete giden, mekanı tavaf eden gruplar arasında -televizyonlarda gördüğümüz üzere- kimi insanlar Atatürk'ün kabrine ellerini sürüp, dudaklarına götürerek dinsel ritüelleri de tamamlıyorlar.... Havariler ve müminler 'bütün' oluyorlar.

Kısaca ikinci bildiri çok sıkıcı ama bilim, çağdaşlık ve akıl adına konuşmasına rağmen, taşıdığı zihniyetin bir 'din' olarak açığa çıkmasını kolaylaştırıyor. Yani toplumun şeffaflaşması, herşeyin yerli yerine oturması için, bu dinselliğin arkasında bir sınıfsal iktidarın saklandığının anlaşılması için oldukça faydalı işaretlerden biri olarak belirginleşiyor... Köylü ya da işçi olarak kaldığı sürece sorun olmayan başörtülü insanların modern hayata dahil olarak, kentlileşerek, burjuvalaşarak, modernliğin tapınaklarına girerek sergiledikleri yükseliş karşısında, şimdilerde sol jargondan beslenerek mangalda kül bırakmayan seçkinlerin, sınıfsal tepkilerini ve tahammülsüzlüklerini 'kitlelerin afyonu haline getirdikleri bir çağdaşlık dini' içinde sakladıkları açığa çıkıyor.

Ancak öte yandan birbirleriyle benzer içeriklere sahip olan ve izleyebildiğim kadarıyla benzer kişiler tarafından imzalanan diğer iki bildiri oldukça sorunlu bir 'üçüncü yol'a referans veriyor. Bunlardan birincisi daha yumuşak bir üsluba sahip; AKP'nin yöntemini sorgulayıp, “toplumsal bir uzlaşma ve diyalog yaratacak üçüncü bir yaklaşım” taşıdığını savunuyor. Diğeri ise “Özgürlüklerimizden de laiklikten de taviz vermeyeceğiz!” başlığını taşıyor. Başlangıçta “Üniversitelerde öğrencilerin kılık kıyafetlerinden dolayı ayrımcılığa ve baskıya maruz kalmadan eğitimlerini sürdürme hakkını savunduklarını” belirttikten sonra, “Bununla beraber...” diye devam ediyor ve “bu sorunun tek başına ve hukuku zorlayan yöntemlerle gündeme getirilmesinin, ülkemizde giderek yükselmekte olan muhafazakarlaşma eğilimini ve kutuplaşmayı pekiştirmesinden kaygı duyulduğu” ifade ediliyor. Daha sonra ise, kılık kıyafet özgürlüğünün “toplumun farklı kesimlerinin özgürlük taleplerini kapsayan bir genel demokratikleşme programı içinde ele alınması” gerektiği vurgulanıyor. “Ötekilerin” talepleri yani “301. maddenin derhal kaldırılması, din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması, akademik özgürlüklerin güvence altına alınması, Kürt, Alevi ve gayrimüslim yurttaşların eşit hak istemlerinin karşılanması, emekçilerin sendikal ve sosyal haklarının genişletilmesi...” gibi talepler sıralanıyor.

Ben bu bildiriyi bir-iki günlük bir “tereddütten” sonra imzaladım. Bir yandan, öncelikle “ötekilerin özgürlüklerini” sürekli savunan birisi için asla vazgeçilemeyecek ve katılmamanın mümkün olmadığı talepler içeriyordu. Ancak öte yandan, “üniversitelerde” özgürlük isteyen ilk bildirinin karşısına, bu bildirinin “tüm toplumu” kapsayan bir özgürlükler talebiyle çıkmasında bir sorun yatıyordu. Birinci bildiri çok basitti; hiçbir koşul koymuyordu ve öğretim üyeleri, kendileri için belki de en önemli yaşam alanı olan üniversitelerde sadece özgürlük ve sadece bilimsellik kıstası istiyorlardı. İmza metninin sadece üniversite içinde sınırlı kalmasının anlamı da buradaydı. Yani bu insanlar, “işyerlerinde” yani “üniversite”de bilim yapmak için asgari koşullardan birinin yerine getirilmesini istiyorlardı. Oysa “hem özgürlük hem laiklik” talebinde bulunan bildiri için üniversiteye sıkışmanın da anlamı yoktu.

Bu bildirideki diğer bir sorun ise “bir” özgürlüğün (başörtü) başka özgürlüklerin (ötekilerin talepleri) karşısında engel ya da başka özgürlüklerin (ötekilerin talepleri) “bir” özgürlük (başörtü) için koşul olarak görülmesinde yatıyordu. Bu konuyu Etyen Mahçupyan son günlerde Taraf gazetesindeki yazılarında mükemmel bir netlikte dile getirdi: “... (herhangi bir özgürlüğü ancak tüm özgürlükler verildiğinde onaylayan liberaller ve sosyalistlerin) hiçbiri 'çağdaş' bir özgürlük söz konusu edilseydi “Başörtü serbest bırakılmadan asla” demeyecekti ve nitekim geçmişte de demediler. Dolayısıyla insan onların kafasında ve belki de ruhlarında bir özgürlükler hiyerarşisinin var olduğunu düşünüyor.”

İşte bu sorunlarına rağmen, ben bu bildiriyi imzaladım ama imzaları toplayanlara şu notları da ilettim: “ 'kılık kıyafet sorununun tek başına' gündeme getirilmesinin sorun olmadığını, yani kılık kıyafet sorununun çözülmesinin diğer sorunların çözülmesinin önünde engel olmadığını ve tabii ki diğer sorunların da acilen çözüme kavuşturulması gerektiğini; 'yükselmekte olan muhafazakarlaşma eğiliminin ve kutuplaşmanın' özellikle giderek itibar kaybeden otoriter modernleşmeci zihniyet için söz konusu olduğunu; 'din derslerinin zorunlu' olmaktan çıkarılmaması, ancak 'tarihi ve felsefesiyle çoğul bir din dersi'ne dönüştürülmesi gerektiğini düşünüyorum.”

Kendi kendime karşı bile savunmakta zorlanacağımı bildiğim bu bildiriyi imzaladım çünkü o bildiride savunmadığım bir yaklaşımdan belki de daha önemlisi, bu bildiri enflasyonunda demokrasi ve özgürlükler konusunda adım atmaya çalışan insanların birbirleriyle 'konuşmalarının' ve otoriter zihniyet altında, darbelerle mağdur olmuş bu toplumun bütün bireylerinin, farklı seslerinin 'yanyana' gelmelerinin şart olduğunu düşünüyorum.

Ben kendi çapımda bir 'diyalog girişimi' olarak görerek 'başka' bir bildiriye adım attım, ancak bir çok insan benimkilerine benzer sorunlar nedeniyle -haklı olarak- bu adımı atamadı; 'üçüncü yol' bulmaya çalışan bir bildiri sadece 'üçüncü bir kamp' olarak kaldı ve başörtü yasakçılığı konusunda hamasetçi ikinci bildirinin değirmenine su taşıdı. Halbuki çok basit bir şey vardı yapılacak; AKP'nin yöntemini beğenmedikleri için yeni bir bildiriyi kaleme alanlar, (üniversitede başörtülülere karşı olmadıklarını belirttiklerine göre) başörtüsüne özgürlük sağlayacak bir yasal değişiklikten sonra, hatta sonrasını da beklemeden, “Başörtüsüne özgürlük sağlandı. Çok memnun olduk. Şimdi de hemen diğer konulara geçelim ve demokrasimizin sınırlarını, özgürlüklerimizi genişletelim” çağrısı yapan bir bildiriyi pekala hazırayabilirlerdi.

Uzun lafın kısası, başörtü bütün bu bildirilere yansıdığı gibi, toplumu baştan aşağıya ciddi bir sınavdan geçiriyor; adeta bir turnsol kağıdı gibi... Başörtü herkesi sarsıyor; herkesin demokratlığının sınırları ortaya çıkıyor... Ve herkesi demokratlık konusunda daha ileri adım atmaya zorluyor.

Son olarak şu söylenebilir: üniversitelerin başörtülü öğrencilere ihtiyacı var. Modernleşme ve çağdaşlaşma teorisyenlerinin ya da cumhuriyet seçkinlerinin yaptığı gibi, (her ne kadar bugün kopya çektikleri modernite modelini taklit etmeye devam etseler ve ondan nefret etseler de, sadece dışarıdan teorik destek almak için değil, evrensel sitenin inşasına yerel katkıda bulunmak için başörtünün altındaki 'farklı' çoğulluğa bilimin ihtiyacı var... Hadi daha da iddialı konuşayım: Başörtü Türkiye'de özgürleştiği zaman, bu toplumun kendini anlama kapasitesi yükselecek.... O zaman Türkiye'nin aydınları 'tercüme' aydını olmaktan da kurtulacaklar....

Mesela geçen haftaki yazıma yankı veren “örtülü” bir okurun aşağıda anlattıklarını, çoğulluğunu, nasıl tek bir kalıba sokulamayacağını bir parça olsun anlayabilmek, toplumun kendisine farklı bir gözle bakma ve özgürleşme yolunda çok büyük bir adım olabilir... Tabii bunun için üniversitelerin koşulsuz, 'ama'sız özgür olması gerekir herşeyden önce...

Zelda'nın mektubu…

“Son yazınızda (“Kişiyi nasıl bilirsin? Kendin gibi...”) aslında ülkedeki hani birçok noktayı yıllarca kendi malları gibi kullanıp ve bu sayede ve bunun gibi birçok nokta sayesinde herşeye karar veren, uygulamaya koyan bir topluluk vardı; onlar şimdi işte sokaklara döküldüler, 'örtü' karşıtı eylemler ya da örtünün kamusal alandaki yasak olmasının devamı gibi düşünceleri üzerine seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Tamam buraya kadar bence normal. Neden derseniz, tamam bir şeyleri savunabilirler ve benim için burası sorun değil; onlar faşizanca yaklaşabilirler onlar yasakçı olabilirler açıkçası bu insan için zarar olsa da ben onlara onların silahıyla vuruş yapmayacağım için (maalesef) normal diyorum.

Peki ben böyle düşünürken kimse bana ne istediğimi neden varolduğumu bu ülkede onlar ne tür haklara sahipse ya da kökleri neleri paylaşmışsa aynı noktadan geldiğimizi kabul ederler mi? Bakın özgürlük falan değil sadece ve sadece bu ülkede benim de bir birey olduğumu kabul ediyorlar mı? Hayır! Neden? Tahammül sınırlarını zorluyorum; mesela benim köklerim Zaza, ailem Zazaca konuşuyor (Türkçeyle beraber)... Bu zaten genel bir rahatsızlık... Daha da fenası geliyor, ben bir de örtülüyüm; alın bir sorun daha... İki nokta yüzünden benim başım en başında ezilmeliydi ki bu çatlak sesleri çıkarmıyayım. Ama olmadı ve ben gün geçtikçe rahatsız ettim. İşin en komik yanı ise rahatsız ettiğim noktalar da komik. Üniversite noktası en en (a)normalidir belki ama...

Mesela Nişantaşı'nda ünlü ayakkabıcılardan birinde çizme denerken, aşağılayıcı bir tavır takınmak, “o zaten sizin ayağınıza olmaz” gibi konuşmak, sonra İstanbul Modern'de gezerken “çağdaş Türk kadını” imajını gururla taşıdığını sananlar tarafından aşağılanıp ağlatılmak (kardeşim yaşadı bu durumu), sonra yemek yediğimiz bir mekanda tuhaf bakışlara maruz kalmak, sonra bazı ortamlarda “siz örtülüler” diyenler yanında “siz Kürtler” gibi cümlelere maruz kalmak, sonra otobüste yaşlı bir bayana yer verdiğinizde sizin verdiğiniz yere oturmaması, sırf ben örtülüyüm diye (bu teyze şık bir bayandı)... Ve tabi (afedersiniz ama) şu an zurnanın zırt dediği yer olan üniversite meselesinde de “okuyan aydın kızlarımız olsun” diye çabalayıp, kapının önüne gelince “olmaz sen aydın değilsin bu halle, aç başını” deyip beni sınırlara hapsetmek... Aydın olmanın fikirlere dayalı olduğunu sanırdım, herhalde ben yanılıyormuşum... Ya da onlar mı acaba? Bu uzayıp gider hem de çok... Hele Nişantaşı'nda bir Pazar sabahı Saray muhallebicisinde otururken etrafın bakışlarını unutamam... Açıkçası yıllardır bıraktım bunu, umurumda değil; ben de hallerine gülüyorum ama bu hareketler yeni gelen nesilde acıtıcı oluyor... Kardeşim zorlandı, bir müddet dışlanma psikolojisi yaşadı... Ve size soruyorum bu kadar yaptıkları karşılığında ben mi bir gün birilerinin özgürlüğünü kısıtlamaya yelteneceğim yoksa onlar mı yıllardır yelteniyorlar ve uyguluyorlar?

Yıllarca kimi zaman üstünkörü kimi zaman hasıraltı edilen birçok konu gibi bu mevzu da hayatımızda yer etti ve ilginçtir ki genel olan sosyal çevrede değil de, belli bir zümre tarafından sorun oldu, bu noktada zihnim hep tıkandı ve tıkanıyor. Umarım bütün tıkanıklıklar, cevaplanmakta zorlanan sorular açılır ve cevaplanır ve yürekler ferahlar. Ütopik dursa bile ummak da güzel, ne yapalım züğürt tesellisi olsun:)

Zelda”



14 Şubat 2008, Perşembe

No comments: